Yazmak, yaşamak
Selim İleri Anlatıyor:
Yıllar önceydi, Attila İlhan, hayranı bir genç hanım ve ben, Tarabya’da Kıyı Lokantasındaydık. Genç hanım “Yaşadıklarınızı yazıyorsunuz değil mi?” diye pattadak sormuştu bana. Ben daha yanıtlamadan, Attila İlhan alaycı gülmüş, “Yaşasa hiç yazabilir mi?” demişti. Aslında edebiyat yaşamdan umduklarımızı dile getirme alanıdır bir yönüyle. Hayatımızda yapmak isteyip de yapamadıklarımızı yazdığımız metinlere dökeriz. Yarım kalmış arzularımızı tamamlar, yazdıklarımızla yaşamı tamamlama gayretine gireriz. Attila İlhan doğru söyler, tam yaşasa yazamaz insan. Bunun için yazdığı kahramanlarda kendinden bir esinti vardır yazarın. Bunu Balzac şöyle ifade eder: “Romancı kralı da yazsa, posta ulağını da yazsa, kendinden yansımalar dile getirir”
Evet, devam edelim bu konuda görüş bildiren yazarların yazdıklarına; Stefan Zweıg, Dünya Fikir Mimarları kitabında: “Yalnızca yaşamak için yaşayan, yaratıcı olmayan, zevk almakla yetinen kimse hür olabilir ve çılgınca yaşayabilir. Kendisine birtakım gayeler koyan insan güzel maceraların yanından geçip gider. Bir sanatçı çoğu zaman yaşamak fırsatını kaçırdığı şeyleri yazar” hemen hemen aynı şeyleri başka bir açıdan belirten bir alıntı bu da.
Yazmak, hayal edebildiklerini kaleme dökebilenlerin sahasıdır. Yaşadıkları buna yön verse de hayat hayalin yanında sınırlı kaldığından yeterli olmaz. Herkesin başından ilginçlikler geçer, herkes bir hikâyenin içinde yaşar ve herkesin anlatacağı yaşanmışlıkları vardır. Ama yazmak için sadece yaşamak yetmez, sözünü ettiğimiz hayal gücü ve onu bütün veçheleriyle anlatabilecek kelimelere ve yeteneğe de sahip olmak gerekir.
Oğuz Atay’ın, Tehlikeli Oyunlar romanında şöyle bir sesleniş var: “Seni görmek istiyordum kısacası. İnsan görmekle bile bazı şeylerin ağırlığına dayanabilir, avunabilir, hayal kurmaya devam edebilir. Sen anlamazsın tabi, anlamak için insanın bazı eksik yönleri olmalı” İşte burada da o eksiklik anlamak üzerinden karşımıza çıkıyor. İnsan tam şeylerin içinde kaybolur. Çünkü tabiatta her şey zıddıyla vardır ve zıddı olmadan kendini ifade edemez. “Yarayla alay eden, yaralanmamış olan” der Shekespare. Eksiklik nerede olursa orada bir şeylere ihtiyaç doğar ve insanı bir şeyler icat etmeye zorlar. Sanıyorum Hıncal Uluç’un bir sohbetinde dinlemiştim, bütün ünlü yazarların ya büyük bir hastalık geçirdiğini ya da ayaklarının, kollarının kırılıp evde veya hastanede uzun süre kaldıklarını söylüyordu. Tecrübe daha çok hatalardan ya da eksik yönlerimizi görmemizden çoğalıyor sanırım. Yazmak eylemi de çoğunlukla bu eksikliklerden, yoksunluklardan besleniyor. Büyük şairlerin, büyük âşıkların hep bir kaybı hep bir ayrılığı vardır mesela.
Buraya kadar yazarların eksiklikten beslendiğini söyledik durduk ki doğrudur ama eksiktir, zira bu tek başına bir yazarın yazmasına yeterli olmaz. Bunun yanında büyük bir aşka da sahip olması lazım. Ya bir kadına, ya bir davaya ya Allah’a ya da hepsine birden bir büyük aşkı içinde hissetmelidir yazar. Bu da varsa eğer işte o zaman geriye maharet ve çalışma azmi kalıyor. Çalışmadan hiçbir şey elde edilemeyeceği gibi yazarın da çok okuması, araştırması ve emeğini eserine boşaltması gerekiyor. Yazma aşkı da içindeki o büyük aşkla bütünleşmeli. Rlke, “Yazmadan yaşamayı becerebiliyorsan, yazma” der. İşte parola budur. Yazmayı bir yaşamak damarı haline getirmeden yazılanlar içi boş metinler olacaktır. Aşksız, emeksiz ve yeteneğin eksikliği de yazılanları değersiz kılar.
Yazmak, iki türlü çile çekmeyi gerektirir. Birisi fiziki çalışma ikincisi ise fikir çilesidir. Kalp yorulmadan, beyin çalıştırılmadan eser ortaya çıkmaz. Bütün bunların yanında yazarlar yerel olmalıdır. Bulundukları aileyi, mahalleyi, şehri, ülkeyi ve bunların değerlerini yazmalıdır. Yereli yakalayamayan hiçbir yazar evrenseli, gerçek manada yakalayamaz. Kendinden yola çıkmayan, hiç kimseye varamaz. Kemal Tahir, “Sanatçı için dejenere olmadıkça, yerli olmamak mümkün değildir” der. Evet, belki de günümüzün en büyük hastalığı bu dejenerasyondur. Zira yazarından aydınına, esnafından memuruna bu yozlaşmanın girmediği kesim kalmadı. İhtiyarından gencine bu hastalık toplumumuzun genel bir handikabıdır.
Yahya Kemal Beyatlı, “Cihan vatandan ibarettir itikadımca” derken yerelin bütün evreni oluşturabileceğini, sadece coğrafi anlamda değil fikir safhasında da bunun böyle olması gerektiğinin altını çizmemiz lazım. Yazmak bir şey iddia etmektir, öyleyse iddiamız idealimizi ele verir. Yazı da bunun çıkış noktalarından biridir. Yazmak gerekir.
Sevgiyle kalın.
Selim İleri Anlatıyor:
Yıllar önceydi, Attila İlhan, hayranı bir genç hanım ve ben, Tarabya’da Kıyı Lokantasındaydık. Genç hanım “Yaşadıklarınızı yazıyorsunuz değil mi?” diye pattadak sormuştu bana. Ben daha yanıtlamadan, Attila İlhan alaycı gülmüş, “Yaşasa hiç yazabilir mi?” demişti. Aslında edebiyat yaşamdan umduklarımızı dile getirme alanıdır bir yönüyle. Hayatımızda yapmak isteyip de yapamadıklarımızı yazdığımız metinlere dökeriz. Yarım kalmış arzularımızı tamamlar, yazdıklarımızla yaşamı tamamlama gayretine gireriz. Attila İlhan doğru söyler, tam yaşasa yazamaz insan. Bunun için yazdığı kahramanlarda kendinden bir esinti vardır yazarın. Bunu Balzac şöyle ifade eder: “Romancı kralı da yazsa, posta ulağını da yazsa, kendinden yansımalar dile getirir”
Evet, devam edelim bu konuda görüş bildiren yazarların yazdıklarına; Stefan Zweıg, Dünya Fikir Mimarları kitabında: “Yalnızca yaşamak için yaşayan, yaratıcı olmayan, zevk almakla yetinen kimse hür olabilir ve çılgınca yaşayabilir. Kendisine birtakım gayeler koyan insan güzel maceraların yanından geçip gider. Bir sanatçı çoğu zaman yaşamak fırsatını kaçırdığı şeyleri yazar” hemen hemen aynı şeyleri başka bir açıdan belirten bir alıntı bu da.
Yazmak, hayal edebildiklerini kaleme dökebilenlerin sahasıdır. Yaşadıkları buna yön verse de hayat hayalin yanında sınırlı kaldığından yeterli olmaz. Herkesin başından ilginçlikler geçer, herkes bir hikâyenin içinde yaşar ve herkesin anlatacağı yaşanmışlıkları vardır. Ama yazmak için sadece yaşamak yetmez, sözünü ettiğimiz hayal gücü ve onu bütün veçheleriyle anlatabilecek kelimelere ve yeteneğe de sahip olmak gerekir.
Oğuz Atay’ın, Tehlikeli Oyunlar romanında şöyle bir sesleniş var: “Seni görmek istiyordum kısacası. İnsan görmekle bile bazı şeylerin ağırlığına dayanabilir, avunabilir, hayal kurmaya devam edebilir. Sen anlamazsın tabi, anlamak için insanın bazı eksik yönleri olmalı” İşte burada da o eksiklik anlamak üzerinden karşımıza çıkıyor. İnsan tam şeylerin içinde kaybolur. Çünkü tabiatta her şey zıddıyla vardır ve zıddı olmadan kendini ifade edemez. “Yarayla alay eden, yaralanmamış olan” der Shekespare. Eksiklik nerede olursa orada bir şeylere ihtiyaç doğar ve insanı bir şeyler icat etmeye zorlar. Sanıyorum Hıncal Uluç’un bir sohbetinde dinlemiştim, bütün ünlü yazarların ya büyük bir hastalık geçirdiğini ya da ayaklarının, kollarının kırılıp evde veya hastanede uzun süre kaldıklarını söylüyordu. Tecrübe daha çok hatalardan ya da eksik yönlerimizi görmemizden çoğalıyor sanırım. Yazmak eylemi de çoğunlukla bu eksikliklerden, yoksunluklardan besleniyor. Büyük şairlerin, büyük âşıkların hep bir kaybı hep bir ayrılığı vardır mesela.
Buraya kadar yazarların eksiklikten beslendiğini söyledik durduk ki doğrudur ama eksiktir, zira bu tek başına bir yazarın yazmasına yeterli olmaz. Bunun yanında büyük bir aşka da sahip olması lazım. Ya bir kadına, ya bir davaya ya Allah’a ya da hepsine birden bir büyük aşkı içinde hissetmelidir yazar. Bu da varsa eğer işte o zaman geriye maharet ve çalışma azmi kalıyor. Çalışmadan hiçbir şey elde edilemeyeceği gibi yazarın da çok okuması, araştırması ve emeğini eserine boşaltması gerekiyor. Yazma aşkı da içindeki o büyük aşkla bütünleşmeli. Rlke, “Yazmadan yaşamayı becerebiliyorsan, yazma” der. İşte parola budur. Yazmayı bir yaşamak damarı haline getirmeden yazılanlar içi boş metinler olacaktır. Aşksız, emeksiz ve yeteneğin eksikliği de yazılanları değersiz kılar.
Yazmak, iki türlü çile çekmeyi gerektirir. Birisi fiziki çalışma ikincisi ise fikir çilesidir. Kalp yorulmadan, beyin çalıştırılmadan eser ortaya çıkmaz. Bütün bunların yanında yazarlar yerel olmalıdır. Bulundukları aileyi, mahalleyi, şehri, ülkeyi ve bunların değerlerini yazmalıdır. Yereli yakalayamayan hiçbir yazar evrenseli, gerçek manada yakalayamaz. Kendinden yola çıkmayan, hiç kimseye varamaz. Kemal Tahir, “Sanatçı için dejenere olmadıkça, yerli olmamak mümkün değildir” der. Evet, belki de günümüzün en büyük hastalığı bu dejenerasyondur. Zira yazarından aydınına, esnafından memuruna bu yozlaşmanın girmediği kesim kalmadı. İhtiyarından gencine bu hastalık toplumumuzun genel bir handikabıdır.
Yahya Kemal Beyatlı, “Cihan vatandan ibarettir itikadımca” derken yerelin bütün evreni oluşturabileceğini, sadece coğrafi anlamda değil fikir safhasında da bunun böyle olması gerektiğinin altını çizmemiz lazım. Yazmak bir şey iddia etmektir, öyleyse iddiamız idealimizi ele verir. Yazı da bunun çıkış noktalarından biridir. Yazmak gerekir.
Sevgiyle kalın.