Truman Şhow ve Modern İnsan
1998 yapımı film Truman Şhow. Senaryosunu Andew Niccol yazmış, yönetmenliğini Peter Weir yapmış. Başlıca rollerde Jim Carrey, Laura Linney, Ed Harris ve Natascha Mc Elhonne gibi yıldızlar oynamış. Filmi aslında yıllar önce seyretmiştim, ancak bir kez daha seyretme isteği duydum ve yeniden ama bambaşka duygularla son sahnesine kadar izledim. Önceki seyredişimde duymadığım hisler uyandı içimde. Nedense Truman’ı modern insanlarla karşılaştırıp durdum film boyunca. Önce filmin konusunu kısaca hatırlayalım.
Truman Burbank, kartpostalları aratmayacak güzellikte bir adada yaşamaktadır. Bir işi, evi ve çok sevdiği karısı vardır. Ancak Truman dışında herkes bunun bir oyun olduğunu bilir. Truman'ın yaşamı gerçek sandığı bu stüdyolarda tam otuz yıldır, aralıksız olarak ve reklam vermeden bu yaşamı 24 saat boyunca canlı olarak televizyonda yayınlanmaktadır.
Truman'ın annesi, babası ve eşi kısacası tüm ailesi de sahtedir. Çocukluğunda bile dış dünyanın olmadığı Truman'a ikna edilmeye çalışılmıştır. Okullarında kaşiflik gibi dış dünyanın görülmesine sebep olacak meslekleri özenmesine izin verilmemiştir. Bir gün sudan korkutulmaya çalıştırılmak için ve sahte babasının bu sahte hayatı sürdüremeyeceğini söylediği için kayıkta babasının denizin dibinde boğulma sahnesini yaratılmıştır.
Lise yıllarında karşılaştığı bir kıza âşık olmuştur, ama bütün oyuncular tarafından bu kızdan ayrılmasını istemiştir. Kızın sahte adı Lauren'dir ama kızın sahte babası tarafından söylenti Fiji Adaları'na kaçıp diziden alındığında gerçek adının Sylvia ve bütün bunların bir düzmece olduğunu anlatmıştır.
Truman bu ana kadar hiç şüphelenmemiştir, ta ki babasını caddeden geçen insanlar arasında görünceye kadar... Zaten sahte eşinin evlilik fotoğrafında bir yalan işareti yaptığını da gördüğünde tüm gerçekleri öğrenmeye başlamıştır. O zaman 30 yaşına girdiği bölümde dizinin yönetmenine direnmiş ve sonunda gerçek dünyaya ulaşmıştır.
Günümüzde yaşanmakta olan hayat da modern şehirlerin dizayn edilişi, medyanın, sosyal medyanın etkileşimdeki rolü, filmler, diziler, romanlar ve daha birçok alanın kapitalizmin elinde şekillendiğini gördükçe çağdaş insanın bütün bunların etkisinden ne kadar kurtulabildiğini, hayatını kendi istediği şekilde ne kadar yaşayabildiğini sorgulamak gerekiyor.
Gündemin belirlediği düşünme biçimi, modanın yön verdiği kıyafetler, seyahat ajanslarının hazırladığı tatil programları, diyetisyenlerin sunduğu öğünler, borçlanılan banka kredileri vs. İçerisinde biz nasıl bir hayat yaşıyoruz? Yememiz içmemiz, oturmamız kalkmamız, koşmamız dinlenmemiz hepsi birer kalıp halinde ve tüketim üzerinden işleme konuyor, çağdaş insanlar olarak biz de uyuyoruz. Gönüllü kölelik, sorgusuz itaat ve özgür olduğumuza inanarak yaşadığımız koca bir hücre haline gelen dünyamız. Evler beton, parklar yapay, şehirler birbirinin aynısı.
Devasa bir cangılın içinde hiçbir kutsala, geleneğe, terbiyeye uymaksızın, birilerinin bize biçtiği rolü oynayıp duruyoruz. Ekranlarda gördüğümüz, cinayete kurban giden kadınlarımıza, kızlarımıza, uyuşturucu batağına saplanan gençlerimize ve daha türlü çeşitli ölümlere dizilerdeki olaylar kadar bile üzülmüyoruz. Öylesine kanıksatmışlar ki bu olaylara, artık en kötü ölüm haberleri bile vakayı adiyeden sayılıyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor, sırası gelen sahneden çekilip çıkıyor. Kalan sağlar bizimdir düsturuyla yaşamaya devam ediliyor.
Buzullar eriyor, ormanlar yanıyor, seller, depremler oluyor ama hayatın toz pembe sahnesi hiç solmuyor. Her şeye bir neden buluyor, her eksiklikte devleti suçluyor ve hatta Allah’ı bile yargılar hale gelebiliyor insanoğlu. Doğmayı ben mi istedim diyerek anne babasını suçlayan gençlik, bu düşüncenin mayasını nereden alıyor? Kaderimi yazan Allah beni nasıl hesaba çekecek diye sosyal medya paylaşımları yapılan bir dünyada aslında doğal sonuçlar bunlar. Ancak şunu unutmayalım ki özgürlük vaat eden bu sistem nihilist bir nesil meydana getiriyor. Ölümü yok olmak olarak gören, ahiret hayatına inanmayan, yaptığı hiçbir hatanın sorgulanmayacağını sanan insanların dünyası cinnetlerle, cinayetlerle doluyor.
Artık başkalarının yazdığı senaryolardan kurtulup kendi cüzi irademizle kaderimizi yaşamaya dönmemiz gerekiyor. Betondan toprağa, sanallıktan hakikate, riyadan samimiyete rücu etmenin vakti gelmedi mi. Üç dört asırlık yalancıları bırakıp binlerce yıllık geleneğimize kulak vermenin vakti geçmeden uyanmamız lazım. Hayatı bize bahşeden bizi bize emanet etmişken, biz kendimize ihanet ediyoruz. Artık kendi mahallemize kendi evlerimizi kurmalıyız, kendi şehirlerimize kendi renklerimizi vurmalıyız, kendi kokularımızı yaymalıyız. Konya, Konya olmalı, Kars da Kars. İstanbul, İstanbul olmalı, Diyarbakır da Diyarbakır. Burası dünya bir film platosu değil.
Sevgiyle kalın.