Tatar çiçeği
Zorlu günlerden geçiyoruz. Bu yazıyı dışarı çıkma yasağının olduğu bir günde yazıyorum. Dışarıda diriliş sancılarıyla güzelliklerin doğduğu harika bir bahar var ve bizler evimizde oturmak zorundayız. Ömrümüzde kaç bahar yaşadık, gördük? Yaşadığımız bu baharlarda kaç çiçeğin filizlenip çıktığına dikkat ettik? Kaç ağacı nisan yeşilini giyinmişken durup seyrettik? Erguvan dallarına konmuş bir serçenin ürkekliğini kaç defa içimizde hissettik? Her gün işe giderken yanından geçtiğimiz ağaca şöyle durup bir baktık mı? Yeni açmış bir iğde çiçeğinin kokusunu ta ciğerlerimize kadar çekebildik mi? Şimdi pencereden bakarken ne çok istiyoruz değil mi onlara dokunabilmeyi? Neden böyleyiz biz insanlar? illa kaybedeceğiz ki bir şeyi, değerini bilelim...
Hayatı kucaklamak için geç kalmamak lazım. Zira çok zamanımız yok. Bir virüs, bir kaza, bir felaket gelmese de bir gün gideceğiz bu dünyadan. O yüzden hayatı, harcayamayacağımız paraları kazanmak uğruna harcamayalım. Eskilerin değimiyle her şeyi karınca kararınca yaşayalım. Günün hakkını verelim. Dışarda çiçek de açtıysa, kar da yağdıysa çıkalım ve dokunalım hayata. Yürüdüğümüz yolun farkında olalım. Güzellerden derelim, güzellikleri görelim.
Tolstoy, Hacı Murat romanına ilginç bir tatar çiçeği hikayesiyle başlar. Tıpkı şu içinde bulunduğumuz bir zamanı anlatır. O her ne kadar yaz ortasıydı dese de bir bahar tasviri gibi gelir bana her okuduğumda. Hayata tutunmayı, dünyada olmanın bütün dezavantajlarına rağmen çok değerli olduğunu fısıldar okuyucularına sanki. Hikâye şöyledir:
Tarlalardan geçerek eve dönüyordum. Yazın tam ortasıydı. Otlaklar biçilmişti, çavdar tarlaları da yakında biçilmeye başlanacaktı. Yılın bu mevsiminde renkleri birbirine pek güzel uyan çiçekler olur: Kırmızı, beyaz, pembe güzel kokulu, yumuşak yoncalar mağrur koyungözleri; taçları süt beyaz, ortaları sapsarı, garip ama hoş kokulu “seviyor-sevmiyorlar”, bal kokulu sarı katırtırnakları, laleleri andıran mor, beyaz uzun uzun çan çiçekleri; yerlerde sürünen bezelye şişeleri; sarı, kırmızı, pembe mor mineler; yol boyunca görünen, hoş ama çok hafif bir kokusu olan pembe sinirotları, henüz açılmışken güneşin ışıkları altında parlak lacivert, akşamları ya da artık solmaya yüz tuttuklarında ise, ya mavi ya kırmızımtırak görünen peygamber çiçekleri, etrafa tatlı bir badem kokusu yayan, dokununca da çabucak solan sarmaşık çiçekleri... Çeşit çeşit çiçeklerden bir demet yaparak eve dönüyordum; bir hendekte, olağanüstü güzel, kırmızı renkte bir devedikeni gördüm: Bu, bizde “Tatar” denilen cinsten bir devedikeniydi. Otları biçenler ona pek dokunmamaya çalışır ama istemeden kopardıklarında, hemen onu ot yığınından alırlar, kimsenin eline batmasın diye bir kenara atarlar. Aklıma bu devedikenini koparıp çiçek demetinin ortasına koymak geldi. Hendeğin içine indim, çiçeğin ortasına yapışmış derin derin, tatlı tatlı uyuyan, üstü hafif tüylü bir yaban arısını kovdum, sonra çiçeği koparmaya çalıştım. Fakat bu çok zor bir işti. Elime mendil sardığım halde dikenlerin her yandan parmaklarıma batması bir yana, çiçeğin sapı o kadar sağlamdı ki, onunla beş dakika kadar uğraştım durdum. Sonunda sapın liflerini teker teker koparmak zorunda kaldım. Güç bela çiçeği kopardığımda sap artık lime lime olmuştu, çiçeğin kendisi de o kaba, hantal yapısı ile demetteki incecik, narin çiçeklere hiç uymuyordu. Yerindeyken pek güzel olan çiçeği ziyan ettiğime pişman oldum. Onu yere attım. Sonra çiçeği koparmak için harcadığım çabayı hatırlayarak “Ne kadar büyük bir gücü ne kadar büyük bir yaşama isteği vardı!.. Canını kurtarmak için nasıl da çabalıyordu!.. Hayatını ne kadar pahalıya mal etti!” diye düşündüm.
Evet bu çok sıradan bir yürüyüşte doğanın güzelliğini, mevsimin özelliğini görüyoruz ilk bakışta. Ancak hikâyenin sonu önemli bir hayat dersiyle bitiyor. Aslında birden fazla dersler demek daha doğru olur. Birinci ders, ince, narin, nazenin olanlar çabuk kırılıp kolay ele geçiyor tıpkı sevgi dolu insanlar gibi. İkinci ders, her ne kadar güzellikler içinde kaba, sakil, sert görünsen de hayatı seveceksin. Yaşama sevincin muhafaza edecek, hakkını kolay teslim etmeyeceksin. Üçüncü ders, güzellikleri dererken, arasına farklı yapıda olanları katmaya kalkışmayacaksın. Bunu sen layık görsen bile itiraz, güzellikten değil, kabalıktan gelecektir.
Mahkûmiyet insanı duygusallaştırıyor. O yüzden olsa gerek askerlik yapanların hapiste olanların ve de aşka tutulanların şiir yazmaya eğilimli olmaları. (En güzel mahkûmiyet ise âşık olmak galiba...) Evet biz de sokağa çıkamadığımız için duygusallaştık sanırım. Ama olan her şeyde bir hayır vardır. Biz de başımıza gelen bu musibetten dersler çıkarıp, ilahi ihtarı görelim. Hayat sevgiyle çoğalır, ilgiyle beslenir. Bundan sonra ilgimizi isabetli yerlere yöneltiriz belki...
Sevgiyle kalın.