Hasan Ukdem
Hasan Ukdem Mahallede ölüm yok

Mahallede ölüm yok

“…düğün konvoyları geçse de mahallelerden tabutlar geçmiyor artık. Eskiden ölü yıkanıp kefenlendikten sonra bir kez mahallesinde dolaştırılır evinin önünden geçirilir, helallik alınırdı. Altında oturulan ağaç, bir sokak taşı, mahallenin kedileri, tanıdık olan kim varsa ve ne varsa veda makamında olurdu. Sokaktan geçen tabut hayatın en ince ayrıntısına dönüşürdü. İnsanlar omuzlarında bir ölüyü değil yazgılarını, mutlak sonu, kaçınılmaz gerçeği taşırlardı böylece. Bu bir anlık his; kahramanı bağlayan, köleyi azat eden, asiyi yola getirip, zengini soyup çıplak bırakan bir duyguydu. Hayatı ortasından ikiye bölerek geçer, uyumun uyumunu bozardı.”

Ayşegül Genç’in Kalbin Arka Odası romanını okurken yukarıdaki satırları okuduğumda çocukluğumun, gençliğimin mahallesi Araplar’a gidiverdim anılarda. Seksenli, biraz da doksanlı yıllar. Ak Camide başlayan sala sesi bütün mahalleye yayılır, hayatı durdurur, gündemi kendine döndürüverirdi. Radyo, teyp ne varsa kapatılır, konuşma seslerine bir hüzün gelir otururdu. Ölüm, kendini bütün ağırlığı le hissettirir, yaşayanlara mesajını tam olarak iletirdi. Yakınlar, yakın komşular cenaze evinde toplanır, ev halkının acısı paylaşılır, yapılacak işler sessiz sedasız tek tek yapılır ve cenaze kaldırılırdı. Yukarıdaki alıntıda sayıp dökülenler olduğu gibi gerçekleşirdi.

Günümüzde, cenazeleri bir caminin önünden yada kabristana yakın bir yerde musalla taşından alarak direkt defnedileceği yere götürüveriyor. Mezarlıklar çoğunlukta mahallenin dışında kalmış durumda ve modern şehirleri dizayn edenler ölümü özellikle insanların gözü önünden kaldırıyorlar sanki. Hoş, insanlar da böyle şeyleri! Görmek istemiyorlar. Ölümler eski etkisini göstermiyor. Çağın insanları ölüm kendilerine dokununcaya kadar, ondan ne kadar uzak olurlarsa o kadar iyi olur düşüncesine sahipler. Ölümsüzmüş gibi yaşamak istiyorlar maalesef. Televizyonda görmüştüm bir keresinde, elindeki mikrofonu yoldan geçenlere tutarak, kabirde sorgu meleklerinin isimlerini soruyordu bir genç. Çoğunluk bilemese de bazı doğru cevap verenler de çıkıyordu. Derken yetmişli yaşlarda bir amca girdi kadraja, sunucu genç aynı soruyu kendisine yöneltince amca büyük öfkeyle: “Niçin böyle sorularla insanların moralini bozuyorsunuz, bırakın bunları bu dünyadan sorular sorun, bak Avrupa nerelere geldi, siz nelerle uğraşıyorsunuz. ”meyanında kızarak kadrajdan çıktı gitti. Elbette dünyayı ve dünyada olanları takip edeceğiz, hayatımızı mamur etmek için çaba göstereceğiz ama bir Müslüman olarak ölümü ve ölümden sonrasını da düşünmemiz gerekmiyor mu? Peygamber Efendimiz “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya bugün ölecekmiş gibi ahirete çalışın.” demiyor mu?

Bizim külliyatımız hem bu dünyayı hem öbür dünyayı mamur edecek bilgi ve birikime sahiptir. Diriliş şairi Sezai Karakoç ne güzel izah ediyor bu meseleyi: “Hakikatin sırrı diriliş. Sürekli diriliş. Hakikatle ne eskinin tıpatıp tekrarı ne köksüz, temelsiz yenilik vardır. Doğum ve ölüm, hayatın birer yüzüdür. Ama diriliş, doğumla ölümün bir araya gelişinden doğan asıl hayattır. Hegelci diyalektikle söylersek, doğum tez, ölüm antitez, diriliş sentezdir.” Evet, biz büyük bir milletiz. Hamurumuz adaletle, merhametle ve zulme karşı dirençle yoğrulmuştur ve mayamız İslam ahlakıdır. Bugün Batıya bakarak yaşadığımız için, kendi değerlerimizi göremiyoruz. Bu da bize sadece bu dünyayı değil, öbür âlemi de kaybettiriyor. Tersinden söylersek de doğrudur.

Gelişmeye, ileriye doğru yürümeye evet. Ama başkalarına benzemeye, taklitçi olmaya hayır. Ülkemiz büyüdü, şehirlerimiz değişti. Bu tabiidir, bunda bir beis yok. Ancak kendi değerlerimiz üzerinden bir gelişimi başarmalıydık. Mahalle kavramımız, komşuluk ilişkilerimiz, paylaşımcı ruhumuz gözetilerek bir gelişme olmalıydı. Bu üç unsurdan sadece paylaşımcı ruhumuzu koruyabildik, o da bütünü kapsamıyor maalesef. Çok katlı apartmanların yerine daha az katlı ve yatay bir mimari geliştirebilirdik mesela. Bu da eski mahalle kültürümüzü korumamızda kolaylık sağlayabilirdi. Odalara mahkûm edilen insanımız ki özellikle çocuklarımız ve gençlerimiz hem doğadan kopuk bir hayatın esiri olarak yaşıyorlar hem de gelenek ve göreneklerimizden uzak büyüyorlar.

Zararın neresinden dönersek kardır demiş atalarımız. Hiçbir şey için geç kalmış değiliz. Bir yerden dönüp, bir yerinden tutarak başlamayı bilelim yeter ki. Kabristanlarda yatanlar bir zamanlar bizim gibi sağdılar, bir gün biz de onlar gibi geçip gideceğiz bu dünyadan.

Akil isen can özünü aç, tut kulak bu sözüme

Bir değirmendir bu dünya öğütür bir gün bizi

Cahidi Ahmet Efendi

Sevgiyle kalın.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Ukdem Arşivi