İstanbul Sözleşmesi Feshedildi, Rehabilitasyon Nasıl Olmalı?
Son on yılın en tartışmalı konularından birisi "İstanbul Sözleşmesi" diye bilinen Müslüman-Türk Aile yapısını yerle bir eden, LGBTİ'ye, nikahsız yaşama ve benzeri sapkınlıklara çanak tutan sözleşme idi. Cuma akşamı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile bu sözleşme Türkiye tarafından feshedildi. AB'den ABD'ye, DW'leden BBC'ye, LGBTİ derneklerinden Siyonist Lobilere, Feminist derneklerden terör örgütlerine kadar İslam ve Müslüman düşmanı kesimler fesh kararına karşı çıktığına göre alınan karar ve çıkarılan kararname doğrudur.
11 Mayıs 2011'de imzalanan ve feminist oluşumların "yaşatır" diyerek savunduğu, gerçekte ise İslam'ın aile yapısına, kadın erkek ilişkileri noktasındaki değerlere tamamen ters olan bir sözleşme idi. Bu sözleşme kadına karşı şiddeti, kadın cinayetlerini engellemediği, azaltmadığı gibi bilakis kadın erkek arası çatışmayı, boşanmaları yükselen bir ivme ile artırdı. Bu sözleşme imzalandıktan sonraki geçen 10 yılda, 3287 kadın şiddet sonucu öldürülürken, 1 milyon 201 bin 5 aile dağıldı. Sözleşmeye bağlı olarak çıkarılan 6284 sayılı kanun kapsamında, "kadının beyanı esas" kabul edilerek doğru olup olmadığına bakılmaksızın, kadının tek bir beyanıyla milyonlarca erkek evinden uzaklaştırıldı. Bununla beraber LGBTİ'li sapıklar, legalleşmek çabalarını, dernekleşme faaliyetlerini ve bu iğrenç fiilin toplumda yaygınlaşmasını hızlandırdılar. Hatta "toplumsal cinsiyet eşitliği" ambalajı içerisinde, İslam'ın yasaklamış olduğu bu tür sapkınlıkları, okullarda, bazı belediyelerde meşrulaştırma ya da en azından insanımızın bilinçaltına sokarak normalleştirme yoluna gittiler.
Bütün bu yanlışlıklar ilk düğmenin yanlış iliklenmesi gibi silsile halinde devam etti. Ancak yanlışlık son düğmeye varılınca farkedildi. Aile üzerindeki ilk yanlış adımlar, 1400 yıllık bir birikimin neticesinde, 25 Ekim 1917 tarihinde çıkarılan, Osmanlı Devleti'nde sadece bir buçuk yıl yürürlükte kalan, "Hukuku Aile Kararnamesi"nin, İttihat ve Terakkiciler tarafından yürürlükten kaldırılması oldu. Osmanlı'ya ya da Osmanlı Medeniyetinin temsil etmiş olduğu İslam'a ait İslam hukuku ve ahlakından mütevellit her türlü mefhumu reddeden Laik Cumhuriyet Aklı, reddi miras anlayışı ile, bu topraklara/medeniyete ait " Hukuku Aile Kararnamesi"ni ihya etmek yerine, henüz 1907'de İsviçre'de kabul edilen, henüz kendi toplumunda bile rüştünü ispat edememiş, 19 yıllık bir kanunu ithal ederek, 7 Şubat 1926 tarihinde "İsviçre Medeni Kanunu"nu kabul etti.
1998 yılında Anayasada yapılan bir değişiklikle "nikahsız cinsel birliktelik" yani "zina" suç olmaktan çıkarıldı. Akabinde 2001 tarihinde, anayasadan "erkeğin ailenin reisi" olduğunu belirten maddeyi kaldırmak suretiyle, aile yasalarında feminist bir takım tarafgirlikler uygulamaya konuldu. İlahi ve tabii dengenin bozulması böylelikle başlamış oldu. İlahi yasa Nisa Sûresi, 34. Ayeti Kerimede: "Erkekler kadınlar üzerine koruyucu ve yöneticidirler. Çünkü Allah insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta ve ailenin geçimini sağlamaktadırlar. İyi kadınlar itaatkardırlar. Allah'ın kendilerini koruması sayesinde onlarda gaybı korurlar..." buyurulmaktadır. En ufak bir şirket, sıradan bir dernek, en en basit bir toplulukta bile bir yöneticinin varlığı kaçınılmazken, yöneticinin olması kainatın fıtratında, tabiatında var iken, toplumun en temel taşı, en mühim müessesesi olan ailede yönetici vasfının eşbaşkanlık haline getirilmesi, Allah'ın koymuş olduğu adalet dirlik ve intizamın aile üzerinden kaldırılması mânâsına geliyordu. Allah Rasûlü'nün Veda Hutbesi'nde dile getirdiği: "Kadınlarınızı Allah'ın emaneti olarak aldınız!" ifadesi, yöneticiye ağır bir sorumluluk ve İlahi emanete hassasiyetle davranması gerektiği şuurunu, bilincini veriyordu. Çünkü o, kendisine Allah tarafından emanet edilen hanımını ve çocuklarını korumak, gözetmek, maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamak gibi bir mükellefiyetin altına girmiş oluyordu.
Küreselci Siyonizmin, ilânihâye hedefine giden yolda geleneği koruyan ve aktaran aileyi yok etmek için, maşa olarak kullanmış olduğu feminizm düşüncesi ve feminist yapı bu ilahi yasayı reddederek kadını erkeğin karşısında bir rakip olarak gören anlayışı savunuyordu. Halbuki İslam aile anlayışı, kadın ve erkeği aile içerisinde birbirine rakip değil birbirine rafik/(cennete giden yolda)yol arkadaşı olarak görmektedir. 2008 yılında, yani henüz İstanbul Sözleşmesi denilen garabet Türkiye tarafından kabul edilmeden önce, Kadın Erkek Fırsat Eşitliği komisyonunun çıkarttığı, Kadına Karşı Şiddeti Önleme El Kitabında, erkek potansiyel suçlu ilan edilerek cezalandırılması gereken bir varlık olarak tanımlanıyordu. Karı-koca arasındaki en ufak sözlü tartışmalar da erkeğin hanımına karşı sözlü ve psikolojik şiddet de bulunduğu kabul ediliyor ancak eşine aynı oranda ya da daha şiddetli sözlerle mukabele eden ya da fazlasını söyleyen kadının bu fiili şiddet olarak kabul edilmiyordu. El kitabının ilerleyen bölümünde: "eşiniz tarafından şiddete maruz kaldığınızı ispatlamak zorunda değilsiniz!" denilerek kadınların "Alo Şiddet" hattını araması tavsiye ve teşvik ediliyor.
İşte bütün bu altyapılar üzerine 11 Mayıs 2011'de imzalanan İstanbul Sözleşmesi ve bu sözleşmeye uyumlu olarak hazırlanan 6284 sayılı kanun uygulamaya konulduğundan bu yana aile içi şiddet ve cinayetlerde ciddi anlamda bir artış yaşandı. Çünkü, İslam karşıtı bir düşünce olan "feminizm" düşüncesinin yasalaşması, kanunlaşması, bir devlet politikası haline gelmesi söz konusu idi. Bu durum Türk toplumuna huzur ve mutluluktan daha ziyade, kaos, kargaşa, bunalım, şiddet ve cinayetler getirdi.
Cuma akşamı atılan adım, yani sözleşmenin feshedilmesi, "zararın neresinden dönülürse kârdır" anlayışının bir ürünü. Peki sözleşmeyi fesh edince her şey bitti mi? Ya da katil cinayet mahalline geri dönmeden neler yapılabilir? Eziklik psikolojisi içerisinde, yüzümüzü yine batıya çevirecek, kurtuluş reçetesini dışarda arayacaksak benzer yanlışlara düşmemiz kaçınılmazdır. Çare, problemlerin çözümü, bu topraklarda 1000 yıldır uygulanan İslam hukukunun bir cüzü olan "İslam Aile Hukukunun" yeniden ihyasıdır. İslam Ahlâkının ve İslam Aile Hukukunun, ailenin/kadınların haklarını en üst düzeyde koruduğunu tarihi vesikalar ortaya koyuyor. Son 300 senelik İstanbul Şer'iyye Sicillerini inceleyen İngiliz araştırmacı Gibsons, 300 senede İstanbul'da toplam 10 boşanma davasının olduğunu araştırmaları sonucu ortaya koymuştur. Yine Osmanlı Şeriyye Sicillerinde aile içi şiddet kaynaklı kadın cinayetleri bulunmaması ilk düğmeyi nasıl iliklememiz gerektiği konusunda fikir vermektedir. Bir toplum, kendi özünden uzaklaştıkça, çözümü farklı kültür ve medeniyetlerden kanun ve hukuk ithalatı ile çözmeye kalktıkça, problemler daha da çözümsüz hale dönmektedir. O halde atılması gereken adımlar; özünden, kimliğinden koparılmış olan aile mefhumunu yeniden kendi öz hukukuna ve kültürüne döndürmek yolunda ahlâki ve kanuni düzenlemeler yapmak olmalıdır.
Ahlâkı, hukukun üzerine koymak suretiyle ahlâkî bir toplum oluşturmak gerekiyor. Ahlakın çözemeyeceği noktalarda hukuk devreye gireceği için toplumumuza öncelikle İslam ahlakını, İslam'da aile ahlakını, kadın ve erkeklerin birbirlerine karşı hak ve sorumluluklarını, eğitim yoluyla yerleştirmeniz gerekiyor. Hukuk, Ahlaklı Toplum Olmayı Sağlar mı? sorusunu 5 Şubat 2019 tarihli, aynı başlıklı yazımızda sormuş ve cevabını bulmaya çalışmıştık. İstanbul Sözleşmesi'nin Türkiye'ye tarafından feshedilmesini yeni bir sayfanın açılması olarak kabul edebiliriz. Bu sayfayı toplumun manevi değerlerini önceleyerek yazmak adına, eğitimcilere, yaygın ve örgün din eğitimi yapanlara çok büyük sorumluluklar düşüyor. Sözleşmeyi fesheden iradeye teşekkürlerimizi sunarken, yeni açılan bu sayfada doğru ve uzun soluklu işler yapmak için çok çalışmamız ve sağdan yaklaşan şeytan ve avanesine karşı çok uyanık olmamız gerekiyor. Üzüm yiyeceksek bağda terlemek boynumuzun borcu...