Hafız İsmail (89)
Birkaç gecedir ardı ardına gördüğü rüyalar onu etkilemişe benziyordu. Sabah sofrasına oturduklarında ondaki durgunluk hanımı Fadime’nin dikkatini çekti. İçinden bu adamda bir hal var diye geçirdi. Dumanı üstünde tüten ve mis gibi kokan tarhana çorbasına hala kaşık sallamaması onun bu düşüncesini destekliyordu. Tandır ekmeğinden bir parça koparıp ona uzattı. Kocasının önümde ekmek var görmüyor musun? Diye soran gözlerini görünce uzattığı ekmeği geri çekti. Henüz sofra başına gelmeyen çocuklarına; “Haydi güllerim sofraya” Diye seslendi. O her zaman çocuklarını “Güllerim” Diye çağırırdı. Arada bir çocuklarına dediği gibi hafız İsmail’e de “Gülüm” Dediği olurdu. Ancak hafız İsmail bu hitaptan pek hoşlanmazdı. Hanımının ona her “Gülüm” Deyişinde yüzünde- ne bu şimdi- der gibi bir ifade belirirdi. Hanımı da onun bu tavrını her defasında; “Ağız alışkanlığı işte” Diyerek geçiştirirdi. Bir zamanlar kayın babası hacı Mehmet’in yanındayken hafız İsmail’e “Gülüm” Diye hitap etmiş, hacı Mehmet buna çok sinirlenmişti. Sanki bir şey varmış gibi kaşlarını çatarak gelinine; “Çekil karşımdan, ne edep kalmış ne utanma” Diye bağırmıştı. İşte o olay hafız İsmail’in bu sözcükten hoşlanmamasına yetip artmıştı. Aslında kabahat ne gelinin de ne hacı Mehmet’teydi. Onların ne diyeceğini, kime nasıl davranılacağını nerede ne konuşulacağını geçmişten bugüne dek süre gelen töreler belirlerdi. Büyüğünden küçüğüne, kadınından erkeğine herkes töre denilen sözlü yasalara ve onların oluşturduğu davranış kalıplarına uymak zorundaydı. Uymayanlara; “utanmaz, saygısız, ahlaksız” yaftası yapıştırılır ve böyleleri toplumdan dışlanırdı. Bu yüzden her şey her yerde konuşulmazdı. Otururken kalkarken, yemek yerken, su içerken, konuşurken, gülerken ve hatta ağlarken bile gelenek ve göreneklere göre hareket etmek gerekliydi.
Rüyasını karısına anlatmaya fırsat bulamadan evden ayrılan hafız İsmail, hızlı adımlarla mektebe doğru yürümeye koyuldu. Mektebe vardığında gördüğü manzara onda şok etkisi yarattı. Bir müddet o sıralara, sıralar ona baktı. Kendi kendine nerede bu yumurcaklar diye mırıldandı. Canının sıkıldığını hissetti. Ne yapacağını bilmez bir halde yine hızlı adımlarla mektepten ayrılıp evine doğru yürümeye başladı. İlkokulun önünden geçerken arkasından Faruk öğretmenin; “Hafız” Diye bağırdığını duydu. Başını geri çevirdiğinde okulun kapısında bekleyen ve onu el kol hareketleriyle çağıran Faruk öğretmenin yanına yöneldi. Faruk öğretmene sarılıp hal hatır sordu. Üzüntüsü hem mimiklerine hem de sesine yansımıştı. Faruk öğretmen hafız İsmail’i hiç bu halde görmemişti. Telaşlı bir şekilde; “Hayırdır hafız bir şey mi oldu?” Diye sordu. Hafız İsmail mektepte karşılaştığı manzarayı anlattıktan sonra; “O Ayvaz ağa denilen adam sonunda bunu da yaptı.” Diye ilave etti. Faruk öğretmen olup biteni hafız İsmail’e nasıl söyleyeceğini düşündü. İkisi de bir müddet sessizce etraflarına bakındılar. Faruk öğretmen, sağ koluyla hafız İsmail’in omzunu kavrayarak; “Haydi benim eve gidelim. Sana tavşankanı bir çay demleyeyim. Hem konuşur hem dertleşiriz.” Dedi. Çaylar yudumlanırken kötü haber Faruk öğretmenin ağzından dökülmeye başladı. Ah! Hafız ah! Diye söze başlayan Faruk öğretmen olup biteni bir çırpıda anlattı. Şikâyet üzere köye gelen ilkokul müfettişleri okuldan incelemelerde bulunmuş, Faruk öğretmen’e öğrencilerin haftanın her günü okulda olmaları gerektiğinden dem vurup raporlarını tutmuşlardı. Artık ilkokulda eğitim tam gün olacak, okula devam eden öğrenciler hiçbir şekilde mektebe devam edemeyeceklerdi. (devam edecek)
Sağlıcakla kalınız.