AŞK, ÖZLEM ve ÖTESİ (29)
Kabe-i Muazzam’a ya girişlerin yapıldığı “Abdülaziz” adlı kapının hemen önünde bulunan meydan insan yığınlarıyla dolup taşıyordu. Meydanda ki bu denli kalabalığa rağmen, buraya hala hacı adayları akın etmeye devam ediyordu. Bazı hacı adayları namaz seccadesini yanındaki ile paylaşıyor, bazı hacı adayları ise yeni gelenlere yer açabilmek için oturma şeklini değiştirerek bulunduğu safı daha da sıklaştırmaya gayret ediyordu. Etrafını dikkatli gözlerle süzerek önümden geçmekte olan ve elbisesinde; “Diyanet” arması ile Türk bayrağı bulunan bir hacı adayına elimle yanımı işaret ederek gelin sıkışalım diye seslenmiştim. O’da güzel bir tebessümle beni selamlamış,teşekkür ettikten sonra sırt çantasından çıkardığı seccadesini serip yanıma oturmuştu.Bir çırpıda adını ve nereli olduğunu sormuştum. Soruma kısık bir ses tonuyla: “Adım Yusuf, Sivas’lıyım.Emekli sigorta müfettişiyim.” Diye cevap vermişti.
Biraz önce tanıştığım yanımda oturan hacı adayı, bir müddet sonra içini çekerek ağlamaya başlamıştı. Merakımdan onu gözümün ucuyla izlemeye koyulmuştum. Öyle ki, göz pınarlarından dökülerek yanaklarına hücum eden yaşlar, neredeyse çenesinden göğsüne doğru damlamaya başlamıştı. O’nun bu durumu beni de etkilemişti. Hayıflandım ve içimden; Allah’ım! Bu kardeşim böyle ağlıyor da, ben niçin ağlayamıyorum? Niye böyle hissizim? Ne oldu benim duygularıma? Vah benim halime. Diye mırıldanıyor, bir taraftan da onu izlemeyi sürdürüyordum. Kendisini izlediğimi fark etmiş olacak ki, yan tarafına kaykılıp ve sağ elinin işaret parmağıyla “Zemzem tower” adlı oteli göstererek, yarı ağlamaklı bir sesle: “Bunu buraya niye yapmışlar.Böyle şey olur mu? Kabe’nin yanı başına böyle bir bina dikilir mi? Benim hayalim böyle değildi.Bu duruma çok üzüldüm çook.” Deyip, serzenişini dile getirmişti. Bende kendisine bu binanın buraya değil de başka bir alana yapılmasının gerektiğinden dem vurmuş, bu yapının Kabe-i Muazzam’a nın mekan kavramı ile çeliştiğini; adeta buranın ulviyetine saplanmış bir hançer olduğunu ifade ederek konuşmamı sürdürmüştüm.Daha sonra ikimiz de susmuş, meydanı sessizliğe bırakmıştık. Sessizlik minarelerden gök yüzüne yayılan müthiş bir nida ile son bulmuştu. Sabah ezanı okunmaya başlamıştı. Aman Allah’ım! O ses nasıl bir sesti. Böyle güzel bir ses olabilirmiydi? Adeta bir bülbül gibi şakıyan müezzin efendi sesiyle beni mest etmiş, sema’ya yükselen nağmeler sanki yüreğime bir cemre olup düşüvermişti. Allah duamı kabul etmiş ve bana duygu yüklü bir bulut göndermişti. Gönlümde başlayan yağmur oraya sığamamış, gözpınarlarımdaki çeşmeden göz yaşı olup akmaya başlamıştı. Bu kez ben ağlıyordum.Hem de öyle böyle değil! Tıpkı deliler gibi.Biraz önce hüngür hüngür ağlayan yanımdaki hacı adayına sanki nazire yaparmışçasına ağlıyordum.O sırasını savmış, şimdi ağlama sırası bana gelmişti.Aslında ağlamak güzel şeydi.Gözyaşı dökmek günahlarıma kefaret olabilirmiydi? O’na sığınmak, huzurunda boyun bükmek; “Evim” diye buyurduğu bu kutlu ve mübarek mekana yüz sürerek O’nun affına talip olmak her kul için bulunmaz bir fırsattı. Bu fırsatı bana bahşeden Yüce Rabbime dualar ediyor ve O’ndan af ve mağfiret kapılarının açılmasını niyaz ediyordum.
Sabah namazını huşu içinde eda etmiştim. Şimdi otelimize dönme zamanı gelmişti. Eşimle buluşarak, bizi bekleyen servis otobüsümüze binmek üzere garajın yolunu tutmuştuk.(devam edecek)
Selam, sevgi ve muhabbetle..