Yüreğine Uç
Vaktiyle yaşlıca bir adam vardı sokağımızda, Kunduracı; babamın dükkânından bakınca görülürdü uzak da olsa. Çıkmaz sokağın sonundaydı dükkânı, hani önünden geçilecek gibi değil, bir yerden bir yere giderken göreceğin bir dükkân değil; illa oraya gitmeye karar vermen gerek, işin gücün olmalı, ne bileyim tamire götürmelisin iskarpinini belki. Çaycı çocuk giderdi en çok, birkaç müşteri akşama kadar ancak. Unutulmak istesen gidip oturacağın bir kuytu köşe gibiydi işte.
Kimsenin aramaz kimse bulamaz burayı diye inanırdım ancak bir karar vermelisin oraya gitmeye diye. Kaybolmaya karar verdiğim zamanlar aklıma gelirdi hep o küçücük dükkân, saklanayım orada diye, gelirdi de kunduracı kıyamazdı anneme, söylerdi hemen “gel burada, gel” diye. Ben hiç saklanmayı beceremedim, ne içimi saklayabildim ne içimdekini.
Bakmayın öyle mekân sokağın sonunda diye, unutulmuş biri değildi adam bilakis bir hatırı bir ağırlığı vardı. Helallik isteyen askerler mutlaka uğrardı mesela, tok sesiyle tekbirler getirdiği de vakidir, huzursuzluk çıkarana haykırdığı da. Gel gör ki çoğu gün tek kelime edecek müşteri uğramaz ama adam tevekkülü elden bırakmaz. Esnaf, sabah açılışta akşam kapanışta eliyle uzaktan selam eder hayırlı işler der bir de üstüne dua ister. Sahi, neden dua ister insan ve neden duaya düşer?
Çoluk çocuğu var mıydı, olmazdı çünkü onlardan pek gelen, gelini kızı misal; neden hiç sormamışım o zaman, merak mı etmedim, babam mı izin vermedi sormama… Öğle yemeğini iki ayrı kapta hanımı getirir, kapı önünde oturur, hayran hayran beyini seyreder, adam durumu fark eder, güya pek yüz vermez içten içe sevinir, belli etmez. Kadın, yemeğin boşlarını bekler, sofrayı toplar, sessizce çıkar sokaktan ve çekip giderdi. Adamını, eşini, yoldaşını her öğlen bir türbeyi ziyaret eder gibi yoklayan bu kadın, şöyle doyasıya hiç tebessüm etmiş midir ya da gülüşünü başkasına göstermiş midir? Neden hiç hızlı değildir ve neden hiç yavaş? Hep olduğu gibi hep aynı ahenkle… Daha o yaşımda bu sorular nasıl gelirdi zihnime ve cevabını beklemeden nereye giderdi?
Gelen gideni çok olmaz demişsem, kendimi ayırmam mı gerekir acaba? Nitekim bir de ben giderdim kunduracının dükkânına hem de her öğlen, hanımı gittikten sonra. Babam seslenir “Haydi Paşam, kap gel iki çay biri benim, diğeri ustanın.”
Çayı dökmeyeyim diye küçük adımlarla yürürken kunduracıya doğru, adam bana bakar, “önüne bakma bana bak hay Paşam” der, gülümser, çayını götürünce illa buyur eder. Ben ilişirim tezgâhın önündeki tahta iskemleye, adam elini göğsüne götürür, başıyla babama teşekkür eder ve öğle sofrasından kalma bir kurabiyeyi bana ikram eder. Çok sonra anlamış olmak da nasip mi dersin; o kurabiye bizzat bana gelmişti be Paşam… Kadın onca yıl bana tek kelime etmeden bir dilim kurabiye de bana hazırlamıştı hem de küçük bir mendil içinde.
Adam çayından bir yudum alır, ağzına üç beş küçük çivi atar, elindeki potini ters çevirir, tabanını çekiçle döver ve aynı hızda hem de aynı hizada köselenin kenarına çivileri çakar. Ağzındaki çiviler biter, eli çayına gider, bana gülümser, potini evirip çevirip inceler. Dünyanın hem de bu koca dünyanın şu üç beş metrekare yerinde, kime ait olduğunu bilmediğim birinin eskimeye yüz tutmuş ayakkabısının tamir edilmesinden haz duyan iki kişiden biri olarak, adamın kendi anlamını bulmuş olduğuna o kadar kaniyim ki şimdi.
Kunduracı, neredeyse oturduğu yerden her yerine ulaşırdı dükkânın. Eski bir radyosu vardı, pille çalışırdı. Çay vakti biter, ayakkabıları bir kenara dizer, radyoyu açar, elini diğer elindeki derin yara izine götürür ve ilk çıkan türküye eşlik ederdi. Ben olmasam muhtemel ne türkü söylerdi ne şiir…
Cebinden bir kâğıt çıkarırdı sonra, üzerinde mavi tükenmezle çizilmiş kırmızı ile boyanmış boyu uzun bir bot. “Dikeyim ister misin bunu sana” derdi. Ben de onu uzay ayakkabısına benzetir, altından alevler çıkararak beni uçuracağını hayal ederdim. Sordum o son gün; “Bunlar beni nereye götürür, ne kadar çıkarır gökyüzüne?” “Gönlünü” dedi bırak havalansın, uçsun uçabildiği kadar, yüreğine uç, turnalarla uç, merak etme sınır çizemez hiçbir zincir sana.” Böyle mi demişti böyle demesini mi istemiştim, çok da durup düşünmedim. Kâğıdı tezgâhın üzerinde bıraktım, kalemi aldım, çay bardağını aldım, adamın yüzündeki tebessümü aldım, botlarımı giyip çıkıp gittim.