Vicdanımızdaki Fay Hattı Ne Durumda?
Üzerinde yaşamış olduğunuz Türkiye coğrafyası, deprem kuşağı üzerinde bulunan coğrafyalardan bir tanesi. Dolayısıyla fiziki depremler bu ülkenin karşı karşıya kalmış oldu tabii hadiselerden birisi olarak karşımıza çıkıyor. Fakat insanoğlu olarak yeryüzünü imar etme, abâd etme görevimizi gereği gibi yapmadığımızdan dolayı, imar esnasında daha fazla para kazanmak hırsıyla, gerekli tedbiri almadan, gerekli araştırmayı yapmadan binaları gökyüzüne doğru yükselttiğimizden dolayı meydana gelen depremlerin bilançosu da ağır olabiliyor. Takriben 20 yıl önce, 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 depremlerinde yaşadığımız gibi.
Ağzı olan herkesin konuşmasına da fırsat vermeden bir hususu da izah edecek olursak; Coğrafya üzerinde yaşayan insanların birtakım haram ve günahları fütursuzca işlemesinin depremin meydana gelme nedeni olacağı, yani gayretullaha dokunarak depreme sebep olacağı ile ilgili yaklaşımlar, İslam İtikâdı açısından isabetli yaklaşımlar değildir. Şayet bu şekilde bir sebep-sonuç ilişkisi kurulmasını doğru kabul edecek olursak bu değerlendirmeye binaen, müşrik toplumlarda sürekli depremler olması ve günah işlemeyen yada az günah işleyen toplumlarda hiç depremin olmaması gerekir. Halbuki deprem, tamamen Allahü Teala'nın yeryüzüne koymuş olduğu sünnetullahlardan bir tanesidir. Yağmurun yağması, rüzgarın esmesi, yer çekimi, med-cezir gibi. Deprem, diğer bütün fillerin ve hadisatın ortaya çıkması gibi, Allah'ın dilediği, irade buyurduğu zaman, dilediği irade buyurduğu yerde meydana gelir. İnsanoğlu eğer kendi üzerine düşeni yerine getirmemiş ise, yani yeryüzünü imar ve abâd ederken jeolojiyi, araziyi dikkate almadan, gerekli inşaat malzemesini ve bilgisini kullanmadan, depreme dayanıklı binalar yapmadan, gerekli tedbiri gerçekleştirmeden yeryüzünü imar etmeye çalışmış ise, kendi eli ile yapmış olduğu hatalar neticesinde de, bu hataların bir sonucu olarak deprem ölümlere sebep olabilir. Burada suç, hâşâ Allah'ın değil, yine suç bizzat tedbiri elden bırakıp, ilmi terkedip, açgözlülük ile hareket eden insanoğlunundur. Bu, işin fiziki, jeofiziki ve metafiziki tarafının ehli sünnet itikadı açısından izahı diyebiliriz.
Asıl bizi ilgilendiren deprem sonrası yaşananların vicdanî tarafı olmalıdır. Deprem, sel, heyelan, tsunami gibi doğal hadiseler, insanlığın yüz yüze kalmış olduğu denenme, sınanma araçlarından olarak değerlendirilebilir. Burada biz insanların hareket tarzına, başına bu hadiseler gelmiş ve insanoğlunun tedbirsizliği neticesinde felakete dönmüş olan bu hadisât karşısında, bu hadisâttan etkilenen diğer insanlara nasıl yaklaştığı, yardım edip etmediği yada onlar üzerinden bir takım kendi emellerini gerçekleştirebilmek için reklam yapıp yapmadığı konularıyla ilgilenmeniz gerekiyor. Zira bu gün içerisinde yaşamış olduğumuz toplum, "düşünüyorum, o halde varım!", toplumundan yada olması gereken, "inanıyorum, o halde varım!", toplumu yerine artık, "görünüyorum, o halde varım!", toplumuna döndüğünden, dönüştüğünden dolayı bu konuda vicdanlarımızın rahat olmadığını da ifade edebiliriz.
24 Ocak 20.55 de yaşamış olduğumuz Elazığ ve Malatya civarını etkileyen depremle alakalı, gerek sosyal medyaya, gerek yazılı ve görsel basına baktığımızda büyük bir çoğunluğun vicdani olarak, bu hadiseden etkilenen vatandaşlarımıza maddi ve manevi yardıma koştuklarını görüyoruz. Ancak vicdanlarında ki fay hatları Anadolu coğrafyasındaki fay hatlarından çok daha kırık olan bir takım, Elazığ toplumunun muhafazakar yapısından da hareketle, neredeyse deprem olmasına, insanların ölmesine, evlerinin yıkılmasına ve şu soğuk günlerde evsiz kalmalarına zil takıp oynayacak kadar kin, nefret ve düşmanlık içerisinde hareket eden, şizofrenik bir grubunda olduğunu görmemezlikten gelemeyiz. Diğer tarafta yine bir takım şizofrenik kimselerin, depremde ortaya çıkan vicdânî refleksi, yardım refleksini bile, kendi ülkesinin bir ayıbı, bir kusuru, bir eksiği gibi görme anlayışı içerisinde, algı yönetimine girdiklerine de şahit oluyoruz. Veya yine birtakım şizofrenlerin hâlâ ırkçı yaklaşımlarla, depremden olumsuz etkilenen vatandaşlarımızın etnik, kültürel ve dini kimlikleri üzerinden sosyal medyada yada yazılı ve görsel basında birtakım yargısız infazlara girecek kadar vicdâni sığlıklarını ortaya koyduklarını görüyoruz. Bu kendini ve bu toplumun gerçek tarihini bilmez kimselere şunu hatırlatmakta fayda mülahaza ediyorum: "Bu toplum yüz yıllarca sosyal millet olarak yaşadı. Sizin dilinize pelesenk ettiğiniz ve batıdan alarak, kopyala-yapıştır yaptığınız sosyal devlet anlayışı daha dünkü mesele..." Bu kimselerin vicdanlarında ki fay hatlarının Anadolu coğrafyasında bulunan fay hattından çok daha kırık, çok daha oynak ve çok daha güvenilmez olduğunu söylemek lazım. Zira insanlık ve medeniyet, bizim inanmış olduğumuz İslam Dini, darda kalan, zorda kalan, yardıma ihtiyaç duyan kimsenin dinine, diline, ırkına bakmaksızın ona yardım edilmesi ve yardım eli uzatılması gerektiğini bizim vicdanlaramıza ilahi ve ahlâki bir hüküm olarak koymuştur.
Eğer sarsılan fay hatları bizim vicdanlarımızı da sarsıp harekete geçirmiyor da, hâlâ içimizdeki kin ve nefret duygularıyla hareket ediyorsak, o zaman bizlerin hem imanlarımızı, hem de vicdanlarımızı yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. İmanın hüküm sürmediği, hakim olmadığı bir vicdan, tamamen kendi menfaatini düşünen, egoist, materyalist, pragmatist ve sadist bir vicdandır. Bugün dünyanın başındaki en büyük belâlardan bir tanesi de insanlığın vicdanının sadist ve egoist bir anlayışla kuşatılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Kendi menfaati için diğer insanları öldüren, hayvanları katleden, çevreyi tahrip eden insanoğlu en tehlikeli, en acımasız varlıktır. Egoisttir. Çünkü, kendi çıkarı ve menfaati her şeyin üzerindedir. "Ben, tok olayım, gerekirse bütün insanlık açlıktan ölsün beni ilgilendirmez!" diyecek kadar vicdanı kararmıştır. Sadisttir. Çünkü, kendi egosunu yüceltme adına, tatmin etmek için, diğer bütün varlıkların acı çekmesini, yok olmasını, ölmesini isteyecek ve bunu gerçekleştirmek için gözünü karartacak kadar vicdanı kararmıştır.
Bu son yaşanan deprem bize gösterdi ki; vicdanları karartmadığımız müddetçe vicdanlarımızın üzerini kapsayan sekülerlik külü, pozitivizm tozu bir nefesle dağılabiliyor. Coğrafya üzerindeki meydana gelen titreşimler, bizi titretip kendimize döndürebiliyor. Toplumda harekete geçen vicdanı, organize edecek, yönlendirecek idari ve ekonomik açıdan güçlü bir devlet yapısı, kalpler arasında isar ve inayet köprüsü kurulmasını kolaylaştırıyor. Başı bozukluktan ve dağınıklıktan kurtarıyor. Zira devletin, idari açıdan zayıf, ekonomik açıdan 50 cente muhtaç olduğu dönemde yaşadığımız; 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 depremi vicdanlardaki kül ve toz dağılsa bile; toplumu eli kolu bağlı, çaresiz, ne yapacağını bilmez bir hale getirmişti. Öyle ki; insanımız, yardım etmek istiyor ama yardımların nereye, ne şekilde ulaştıracağını dahi bilemiyordu. Veya bazı bölgelere yardımlar ulaşırken, yardıma daha fazla muhtaç bazı bölgeler, günlerce mahrum kalabiliyordu. Eğer millet gücü ile devlet gücü birbirini tamamlar ve ikisi de güçlü olursa vicdanlar kolay kolay kararmaz ve daha rahat hareket edebilir. Ama toplum güçlü olur, devlet ekonomik ve idari açıdan zayıf olur ise yani toplumdaki bu gücü organize etme konusunda ve destekleme konusunda yetersiz kalır ise o zaman o duyarlı vicdanlarda isyan eder.
Bizim bir atasözümüz var: "Bir musibet bin nasihatten hayırlıdır!" diye... Bazen bize musibet gibi gözüken bu tür vakıalar, bizim toplum olarak silkelenip kendimize dönmemize ve vicdanlarımızdaki fay hatlarımızı yeniden gözden geçirmemize sebep olabilir. Jeolojik fay hatlarının açtığı yaralar sarılabilir. Yeter ki, vicdanlarımızdaki fay hatlarımız sağlam olsun....