Sadece Kardı Yağan
Son yaprak da düşmüş olmalı dalından, göçüp gidiyor turnalar bulutları bırakarak. Denizin rengi değişti, sokakların rengi, en sevdiğim mavi, o mavi değil artık ve ben köşeleri yırtılmış, rengi solmuş bir fotoğrafın parçasıyım şimdilerde. Eskisi kadar sevmesem de yağmurda ıslanmayı, yine beni çağırıyor yağmur akşamları.
Serin, sessiz ve siyah beyaz kış sabahlarını bekliyor şehir. Gittikçe içine kapanan, elleri ceplerinde çevresinden habersiz insanların sağa sola koşuşturdukları sabahlar, bacaların koyu dumanları, kesif bir is kokusu, su birikintileri… Şehir buna layık mı acaba? Sen bu şehre layık mısın sualini hatırlayarak uzaklaşıyorum bu çıkmazdan.
Öte yandan ne çok şey küçük bir imle, küçük bir sesle hatırlatıyor kendini. Misal; hatırlıyorum o bankın yerini, şehirden uzak, harabe balıkçı kulübeleriyle çevrili, terk edilmiş bir iskelenin yanı başında. Böyle bir sonbahar akşamı, yağmur vardı, aldırmadan ıslanmış olmaya nasıl bulmuşsam bilmeden bu yeri, saatlerce oturmuştum yalnız başıma.
Kendinden de kaçamaz insan ama kaçmayı arzu eder ya sonra düşüp yola kendine kendince kalabildiği bir yer bulur ya işte öyle bir yer burası da. Kaçıp geldiğim bu yerde, tek ayağı kırık, taşla desteklenmiş o bankta kaç gün geçirdim saymadım bile.
Yine böyle bir gün; yani her rengin griye çaldığı, solmuş bir sonbahar fotoğrafı; dalgalar tahta iskeleyi yutmak üzere, sahile çekilmiş kayıklar, sandallar, eski ağlar, düğüm olmuş misinalar, gazeteyle kapatılmış camlar, çer çöp, dubalar… Şehrin uzak ve puslu silueti, yük gemileri ve balıkçılar… Sahnenin bir eksiği vardı sanki seyirci, o da ben oldum işte ve fotoğraf hazırdı çekilmeye. Üzerimde yakası esrimiş siyah bir palto, uzunca siyah bir kaşkol, cebimde son şiirim, dilimde “Bir teselli ver” ve elimde iki simit… Yarım simitle doyan ben hep iki simit alırım simitçiden, vardır bir nasibi, öyle öğrenmiştim annemden.
Bank hafif nemli, gece yağmur yemiş belli. Paltomun eteklerini iyice yayıp oturdum üzerine. Uzunca bir bakış mıdır bu dalıp gitmek midir? Bir kedi gelip sırnaştı önce, sıcak mı buldu nedir çıkıp saklandı paltomun içine. Simitten koparıp verdim dönüp bakmadı bile. Sonra martılar geldi çığrışarak, bir vapur selam verdi. Sonra bir adam oturdu yanıma, ne selam ne sabah, baktı baktı ve “bize yok mu” dedi. Simdin yarsını ona verdim, biraz oturdu sabitleyip gözlerini uzakta bir noktaya “Nereden geldiğin kadar gideceğin yer de mühim, sakın ha unutma” dedi. Şaşırdım mı hayır, garipsedim belki. Durmadı adam devam etti konuşmaya, dinledim sadece, ben dinledikçe o konuştu. O konuştukça martılar çoğaldı, paltoma saklanan kedinin yarenleri koşup geldi. Sonra yaşlıca bir adam geldi, o aldı sözü; oğlundan kızından dertli, bırakıp gitmişler senelerden beri.
Mevzu bitmemişti, bitesi de yoktu. Onlar susmadan genç bir kadın geldi, yıllarından dertlendi. Sonra simitçi, artık balıkçılığı bırakmış eski bir kaptan geldi, her gelen banka oturdu, bank yeter demedi. Kimisi yarasını gösterdi şifa isteyerek, kimi bana kahretti şairleri vesile ederek. Birinin kuşu kaçmış kafesten birinin sevdiği kaçmış veda bile etmeden. Evine ekmek götüremeyen baba ile ağladık, evladıyla imtihanda olana gözyaşı döktük. Eski mevsimlerden dem vurdu birileri, diğerleri nerde şimdi o gençlik dedi. Hepsini dinledim, ben dinledikçe onlar konuştu. Kimisine içim acıdı kimisinin derdi derdim oldu. Teselli edecek sözüm kalmadı. Sustum, martılar sustu, sonra deniz sustu, sonra şehir sustu.
Bank kalabalık oldu lakin her gelen oturmaya devam etti. Bu kadar kalabalık olunca bekçi geldi, bekçi yetmedi zabıtalar geldi. Daha mevzu anlaşılmadan kar başladı, şehir kayboldu gözlerden, hiç ses çıkarmadan hiç yorup güçlük çıkarmadan kar yağmaya başladı. Önce bekçiler sıvıştı, sonra ötekiler, sonra martılar ve kedi de kayboldu. Kalmadı kimse, ne beni soran oldu ne de kaçtığımı merak eden zaten anlatmaya mecalim de yoktu. Lakin çekip gitti işte hepsi, ben kaldım, yalnızca ben, fotoğrafın tek kahramanı. Oysa sadece kardı yağan usulca şakaklarıma.