Huzur’daki huzursuzluk
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanını okurken insan, oradaki olaylara ve kahramanların iç dünyasına daldıkça, bir medeniyetin, bir kültürün nasıl yok oluş sancıları içerisinde kıvrandığını, bir taraftan da başka bir insan olarak doğmanın prematüre halini iliklerime kadar hissediyor, bir taraftan bin yılı aşkın bir zamanı ardında bırakıp terk etme gafletine yanarken, bir taraftan da aslında bütün zamanlarda savaştığı bir yaşam tarzının içinde var olmak zorundalığı insanın içini burkuyor. Bu doğuşu prematüre olarak nitelememin sebebi erken doğumdan çok, doğduktan sonraki eciş bücüş halini anlatmak içindir. Zira bizim ecdadımızın binlerce yıllık var oluş şartları, tam aksi yöne çevrilerek, ırmağı tersine akıtma garabeti ile, doğduğumuz yeni dünyaya uyum göstermemiz zaten mümkün değildi.
Biz hep kendi medeniyetini kendi kurmaya alışık olan bir milletken, başka bir dünya tasavvuruna evirilmemiz, tıpkı Huzur romanı kahramanlarının yaşadığı huzursuzluk, sosyal hayata intibak edememe, psikolojisi bozuk, rahatsız insanlar üretmiştir. Bu hal imparatorluğumuzun lağvedilmesinden bugüne kadar, bu rahatsızlığımızı öteleyerek, yokmuş farz ederek devam etmiş ve bizi savurmuştur.
Şimdi mezkûr romandan bir pasaj vererek devam edelim:
…
İnsanlıktan ümit kesmedim, fakat insana güvenmiyorum. Bir kere bağları çözüldü mü; o kadar değişiyor, o kadar kurulmuş makine oluyor ki... bir de bakıyorsun ki, o sağır ve duygusuz tabiat kuvvetlerine benzemiş... Harbin, ihtilalin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiye ile, kültürle yendik sandığımız bu kaba kudreti birdenbire başıboş bırakmasıdır.
İşte ben de bunu istiyorum.
İhsan içini çekti.
Halbuki daha iyi şeyler isteyebiliriz. Fakat istemek neye yarar; insanoğlu bu kadar zayıf olduktan sonra?.. Evet, insana güvenilmesi güçtür, halbuki talihini düşününce, onun kadar acınacak mahluk yoktur.
...
Buna benzer diyaloglar romanın birçok yerinde karşımıza çıkıyor. Ruhsal ve fiziksel hastalıklar, verilen nefsi kararlar, yaşanan büyük buhranlar, olayların akışında kahramanları tıpkı bugün bizleri savurduğu gibi savuruyor. Hatta Suat’ın intiharının bugünkü karşılığı gazetelerin üçüncü sayfalarında adeta tekrar tekrar yaşanıyor. İnsan bir yerden bir yere giderken bile yolculuğunun uzunluğuna kısalığına göre bir hazırlık yapar değil mi? Biz koca bir medeniyeti ardımıza alıp çağdaş bir hayatın içine doğru yürürken yanımıza hiçbir şey almadan, ardımıza bakmayı bile kendimize yasaklayarak dalıvermişiz zamana. Bu nasıl olabilir? Bunun sonuçları neden hesap edilmez? Bir çocuk annesini, babasını inkâr ederek nasıl yaşayabilir? Bu sorular romanın alt metinlerinde okuyucunun zihnine işliyor. Mimarimizden, musikimize, şehrin yapısından oturduğumuz evlerin şekline kadar, sokaklarımızın değişen yüzüne, insanlarımızın tercihlerine kadar her şey zorunlu bir değişime uğramaktadır. Eskiyi anmak bile bir gericilik yaftasıyla yüzümüze vurulmaktadır.
Tabi Tanpınar bunları açıktan söylemez. O da gelmekte olan güne karşı bir muhalif duygu taşımaz. Ancak ardımıza bakmamız gereğini bilmektedir. Tıpkı Yahya Kemal’in şiirlerinde yaşatmaya çalıştığı maziyi, o da yaşamak yaşatmak ister. Medeniyetin izlerini, eskinin ruhunu yalnızca Huzur’da değil bütün eserlerinde, roman olsun, şiir olsun hatta denemeleri olsun hepsinde dile getirir, altını çizer, önemli bulur.
Bursa’da Zaman şiirini okuduğumuzda yukarıda söylediklerimin teyidini görebiliriz sanırım.
Bursa'da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdıyan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar...
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarîlerin en ilâhisi.
Bir zafer müjdesi burda her isim:
Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın.
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle.
Gümüşlü bir fecrin zafer aynası,
Muradiye, sabrın acı meyvası,
Ömrünün timsali beyaz Nilüfer,
Türbeler, camiler, eski bahçeler,
Şanlı hikâyesi binlerce erin
Sesi nabzım olmuş hengâmelerin
Nakleder yâdını gelen geçene.
Bu şiirdeki kaygıların, tarihe bakıştaki titizliğin bugünün insanında bulunup bulunmadığı konusunda ciddi şüphelerim var. Elbette şuurunu koruyanlarımız var, ancak genel görüntü beni karamsarlığa itiyor. Yaşlısıyla genciyle yolda yürürken bile elindeki telefondan gözünü ayırmayan insanlar ne camilerin mimarisiyle ilgileniyorlar ne de çeşmelerim kitabelerine bakıyorlar. Hayatımız ekranlar tarafından mahkûm edilmiş haldeyiz.
Sevgiyle kalın.