Mehmet Toker
Mehmet Toker Geleceğin İnşaasında İran'ın Rolü Nedir?

Geleceğin İnşaasında İran'ın Rolü Nedir?

Hz. Ömer'in hilafeti döneminde, 634 yılında vukuu bulan, Köprü Savaşı ile başlayıp, 636'da Kadisiye Savaşı, 637'de Medayin'in (O dönemdeki başkent)  Fethi ve takip eden yıllarda, 638'den itibaren de Ehvaz, Sus, Tuster'in Fethi ile devam edip, 642 yılında Nihavend Savaşı ile nihayete ermek suretiyle, tamamen İslam Devleti'nin toprakları arasına katılan İran, o tarihten itibaren İslam dünyasında hep bir sorunlar yumağı, soru işareti olarak kalmaya devam etmiştir. Hz. Ömer'in, İran asıllı Ebu Lu'lu Firuz tarafından şehid edilmesi ile başlayarak, günümüze kadar devam eden,  İslam dünyasındaki bir takım siyasal karışıklıklar ne hikmetse; İran'ın fethinden sonra, İran toprakları üzerinden gerçekleştirilmiş ya da kökleri İran'a dayanan bir takım kimseler eliyle gerçekleştirilmiştir. İslam siyasetindeki kaosun, bir anlamda besleyicisi ve tetikleyicisi olagelmiştir.

Tarih içerisinde yaşadığı gelgitler, yüzyıllardır içerisinde barındırmış olduğu düalist bir dinin etkisi ve yine Kraliçe Ester döneminden itibaren Yahudi inancının ve kavminin, Pers imparatorluğu içerisinde yaşayan insanlara etkisi ile İran toplumu, bilinmezler denklemi olmaya da devam edegelmiştir. İslam dünyasının ana gövdesinden  ayrılarak ortaya çıkan Şia inancının, yine İran merkezli olması ve Şii anlayışının nedense hep Müslümanlara karşı bir fren vazifesi görmesi de yine üzerinde durulup düşünülmesi gereken hususlardan bir tanesi olarak karşımıza çıkmaktadır. İran'la ilgili tarihi analizlere ya da Şia'yla ilgili itikadi analizlere girdiğimizde bunun belki bir 8-10 haftalık yazı dizisi olması kaçınılmaz. Ancak böyle bir yazı dizisine girmeyi düşünmüyorum.

Son döneme geldiğimizde 1925 yılında kurgulanmış bir darbe ile tahtı ele geçiren ve Şehinşah ilan edilen Şah Rıza Pehlevi, İran'ın M. Kemal'i gibi değerlendirilir. Özellikle ikinci Dünya Savaşı'nın hemen öncesi ve akabinde Alman yanlısı gibi gözüken Şah Rıza Pehlevi'nin, İngilizler tarafından ülkeden uzaklaştırılıp, yerine Veliaht Prens Muhammed  Rıza  Pehlevi'nin getirilmesi ile 1979'a kadar olan süreçteki sancılı durumlar; akabinde, 79 devrimi'nde Humeyni'nin bir gecede başa geçirilip cumhuriyetçi gibi görülen, Şia  teokrasinin ülkeye hakimiyeti ile devam eden siyasi bir sürecin neticesinde bugünlere gelmiş bulunuyoruz. Devrimden hemen bir yıl sonraİran-Irak arasında başlayan, sekiz yıl süren, kazananı olmayan, 1 milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği, 1 milyondan fazla insanın da sakat kaldığı 1980-1988 arasındaki garip, tuhaf bir savaşın arkasından İran'ın güney sınır bölgelerindeki istikrarsız bir coğrafya varlığını devam ettiriyor. 1988'de İran'la savaştan  çıkan Irak'ın, 1991'de Kuveyt'i işgali sonrasında başlayan Körfez savaşı ile Irak'ın istikrarsızlaştırılması ve 11 Eylül saldırılarından sonra ve Saddam'ın devrilip Irak'ın, Siyonist Evanjelist Amerika tarafından kendilerine göre özgürleştirilmesi ile devam eden istikrarsızlık bugünlere kadar geldi.

Diğer taraftan 18 Aralık 2010 tarihinde Tunus'ta başlayan protestoların domino etkisi göstererek Arap baharı denilen ve Kuzey Afrika boyunca ilerleyip, Arap ülkelerinin yangın yerine çevrilmesi ile devam eden hadiselerin de etkisiyle İslam dünyası birkaç ülke dışında tamamen bir kaos coğrafyası haline getirildi.

1948'de Filistin topraklarının işgali ile siyaset sahnesine çıkan İsrail'in, tahterevallinin öbür ucuna İran'ı koyarak, Filistin topraklarında yayılmacı bir politika izlemesi de, işin diğer düşündürücü tarafı olarak karşımıza çıkıyor. Bugün Irak'taki, Yemen'deki, Suriye'deki karışıklığın temel nedenlerinden birisi, bu ülkelerde var olan Şii nüfusun, İran tarafından sürekli olarak provoke edilmesi ve Müslüman nüfusa karşı bir anlamda koçbaşı gibi kullanılmasıdır. İran'ın, Şii olması ve kendisini farklı bir dini anlayışta konumlandırması bölge üzerinde planları olan Siyonist Yahudiler tarafından da kullanılmaya elverişli bir zemin oluşturduğunu söylememiz gerekiyor.  Zira 1948'den, 2019'a kadar, aradan geçen 71 yıl içerisinde İran'ın hiçbir şekilde İsrail'e karşı en ufak bir yaptırımının olmaması, zaman zaman iyi polis-kötü polis rolü anlaşılmasın diye horozlanıp, gürleyip yağmaması da bizim bu endişelerimizi haklı çıkarıyor.

 

Burada şunu ifade etmek gerekiyor ki; Şii'lik, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin sevgisi üzerine kurulmuş bir anlayış değildir.  Şii'lik,  Hz. Ömer nefreti üzerine kurulmuş ve Hz. Ömer'in, kendilerini zorla Müslüman ettiği tezini savunan kimseler tarafından varlığı sürdürülen ve Fars ırkçılığı üzerinden beslenerek devam eden bir anlayıştır. Şia, Hz. Hüseyin'in, Kerbela'da şehit edilmesi hadisesini kamuflaj malzemesi olarak kullanmaktadır. Şiiliğin temelinde, Hz. Hüseyin'in kendisine savaş ganimeti olarak verilen, cariyelikten ümmü veled statüsüne yükselen hanımı, son Pers Kisra'sı  II. Yezdegerd'in  küçük kızı Şehrbanu/Sülafe'den dünyaya gelen nesli  üzerinden devam ettirilen bir Fars ırkçılığı vardır.

İran/Şia, 1900'lü yılların başından itibaren bölgedeki Müslümanlara karşı siyonist emperyalist güçler tarafından kullanılan bir mikser görevi üstlenmiştir. Evanjelist, Siyonist ve Emperyalist güçlerin kullanmış olduğu taktik, ellerini ateşe bizzat sokmayıp, bir takım kimseleri veya güçleri maşa olarak kullandıktan sonra, maşa ile işleri bitince maşayı kırıp atmalarından ibarettir. Usame bin Ladin, Bağdadi örneklerinde gördüğümüz gibi.  Bu halkaya son eklenen Kasım Süleymani ve Mehdi el Mühendis'in öldürülmesi hadisesi idi. İran'lı bu iki isim, 1980'den sonra başlayıp günümüze kadar gelen bu süreçte Irak'ta, Yemen'de, Suriye'de, binlerce masum Müslümanın kanına ellerini bulaştırmış, binlerce masum müslümanı katletmiş, resmi görünümlü, gayri resmi devlet teröristi idi. Demek ki son kullanma tarihleri dolduğu için imha edildi. Kanaatimce de gelecekte İran yönetiminde söz sahibi olacağı beklenilen bu şahıslar üzerinden İran siyasasına şu mesaj verildi. "Geleceğin İran'ını,teamüller değil; siyonist emperyalist güçler belirler. 1925'te, 1947'de, 1979'da olduğu gibi."

Bu şahıslar nerede öldürüldü? Irak topraklarında... Saldırı nerede gerçekleşti? 1980'den itibaren gün yüzü görmemiş, zengin petrol yataklarını barındıran ve "Megola İdea'nın" yüzölçümsel noktada büyük bir kısmını ihtiva eden Irak'ta gerçekleştirildi. Irak 40 yıldır istikrarsız. Yanıbaşındaki Suriye 8 yıldır iç savaşla çalkalanıyor. Bu saldırının mef'ulü olan şahıs "Kudüs Gücü Komutanı" diye lanse ediliyor. Nasıl bir Kudüs Gücü komutanı ki; komuta ettiği gücün Kudüs'e, Kudüs'ün özgürlüğüne dair en ufak bir eylemi bırakın, söylemi bile neredeyse olmamış... İsrail'e karşı kullanılması gereken gücün masum ve mazlum Müslümanlara karşı kullanıldığını görüyoruz. Saldırıdan sonra, İran'lı siyasilerin, ekranlarda efelenmesi ve tehditler savurmasının, arkasından yağmur gelmeyen bir gök gürültüsünden ibaret olduğunu yakında hepimiz göreceğiz. İntikamdan bahsediliyor. Fakat intikam için hedef gösterilen yerlerin Irak, Afganistan, Pakistan ve Suriye topraklarındaki İşgalci Amerika'nın üs noktaları olması, bu gökgürültüsünün toplumda oluşan gazı almaktan mütevellit ortaya çıkan bir ses olduğunu ifade edebiliriz. Kaldı ki; pazar günkü küçük çaplı birkaç hadisede, hiçbir Amerika askerinin zarar görmediğini, üst çevresindeki yine Irak'lı masum sivillerin zarar gördüğünü bazı ajanslar son dakika haberi olarak geçtiler. Böyle olunca da ister istemez başlığımızda sorduğumuz soru zihinlerimizi kurcalıyor. Süleymani'nin ve Mehdi el Mühendisin öldürülmesi, İsrail'in elini rahatlatmak için, tahterevallinin diğer ucundaki İran'ın birazcık kendini kasması ve İsrail'in tezlerinin dünya kamuoyunda taraftar ve destekçi bulabilmesi için oynadığı basit bir kötü polis rolü gibi gözüküyor. Bunca üst düzey tehditten sonra hiç satır arasında şöyle bir ifade duydunuz veya gördünüz mü bilmiyorum. "Artık, hiçbir New York'lu evinde güven içinde değildir!" "Pentagon hedeflerimizin arasındadır!" "Beyaz Saraya füzelerimiz kilitlendi!" gibi ifadeler duymadık. Tehdit edilen bölgeler İsrail'in hedef alanındaki Suriye ve Irak topraklarındaki aynı zamanda da Rusya'nın ve Amerika'nın karşılıklı olarak hedef alanındaki Afganistan ve Pakistan'daki bölgeler olması kuşku uyandırıyor.  Öte yandan bu füze saldırısının, son dönemlerde rolantiye girmiş ve başarısız olmuş Ortadoğu'daki kanlı planlara level atlatmak cinsinden olduğunu söyleyebiliriz. Bu saldırının Türkiye'nin, Libya'ya asker göndermesini meclisinde onayladı günün devamında olmasıda, bir anlamda artık kartların daha açık oynanacağı anlamına da gelmektedir. İran, Ahmedi Nejat'ın da ifadesiyle, "Amerika'nın Afganistan'ı işgalinde, Irak'ı işgalinde, körfezdeki tüm müdahalelerinde gizliden desteklemiştir." Her ne kadar, perde önünde ambargolar ile, didişmeler ile karşı karşıya gelseler de, perde arkasında gizli ve sinsi bir işbirliğini devam ettiren güç olarak karşımıza çıkıyor.

Kasr-ı Şirin Antlaşması'ndan bu tarafa aramıza kesin hat çizdiğimiz İran'la, bu kesin hattı sürdürmemiz; bununla beraber, İran tarafından mağdur edilmiş coğrafyalarla da karşılıklı işbirliği ve hâmilik rolünü üstlenmemiz, geleceğin inşası noktasında Türkiye'nin elini güçlendirecektir. Acem oyunlarına dikkat etmemiz ve ırkçı Batı dünyasının, Âri ırkından olduğunu kabul ettiği İran'ı, öteki olarak görmediğini bilmemiz, İran'a bakışımızı daha da netleştirecektir. Yahudi kızı  Ester'in, dönemin Pers Kralı II. Ahoştveroş'un kraliçesi olması ile başlayan Yahudi ve Persî birlikteliğini de göz önüne alırsak, Ortadoğu'daki karmaşa ve kaosta  İsrail-İran ilişkilerini ve İran'ın rolünü çok daha net görebiliriz. Yoksa, geri kalanının bir, "tavşan kaç, tazı tut, avcı yut" hikâyesinden öte geçmediğin bilincinde olmalıyız vesselam...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mehmet Toker Arşivi