Hakan Bahçeci
Hakan Bahçeci Eşyanın hükmü

Eşyanın hükmü

            Adım atacak yer yok odanın içinde. Ortada geniş bir sehpa, büyük koltuklar, ikili, üçlü ve tekli, zigon sehpalar, televizyon ünitesi, biblolar, büyük bir vazo, vitrin ve içinde kristal camlar, duvarlarda yağlı boya tablolar, tavanda büyük renkli ışıltılı bir avize, perdeler… Herhangi bir evin ortalama bir salonundan bahsediyorum, benim evin salonu gibi. Eşya benden benim mekânımdan çalıyor, yer bırakmıyor.

            Eşya, bir mekânda yer kapladıkça insana o kadar az yer kalıyor oysa. Yaratılışımız gereği eşyaya ihtiyacımız olmuyor ilk nefeste. Karnımız doysun, sırtımızda iki parça giysi, bir de barınacak yer ayarladıysa ebeveynimiz yetiyor. İnsanoğlu yalnız bir insanın büyüyüp gelişmesi gibi yıllar içinde büyüdü ve yaş aldı. Dünya gelişip insanlık ilerledikçe eşyaların hükümranlığına girmiş olduk göz göre göre. Daha hızlı, daha konforlu, daha rahat bir dünya için çoğalttık eşyaları. Onlar çoğaldıkça daha tedirgin, daha daralmış, neredeyse hapsolmuş bir hayatın objeleri olduk.

            Her işimize ayrı bir alet, her ihtiyacımıza farklı eşyalar üretildi. Çorba içtiğimiz kaşıkla tatlı yiyemiyor, meyve suyunu su bardağıyla içemiyoruz. Misafir için ayırdığımız takımlara ne demeli! Çocuklarımızın hiç görmediği, sayısını ezbere bildiğimiz gümüş çatak kaşıklar, porselenler. Koca mutfakta bir sandalye kadar yerim var ve işin vahimi o sandalye olmasa oturacağım yer de yok, yerim yok.

            Eşyaları aldırmak için evler yapıyor, evleri doldurmak için eşya alıyoruz. Sadeliğin getirdiği huzuru, geniş mekânların sükûnetini, biriktirmenin ve daha çok eşyaya sahip olmanın geçici hazzına feda edeli oldu epey. Sahip olmak… Eşyaya ve onun verdiği hisse kapılıp “benim” derken içimize dolan gururdan vazgeçilecek gibi değil.

            Eşyalar çoğaldıkça ruhumuzla birlikte bedenimizde kaybediyor özgürce hayal kurabilmeyi. Eve gelen çocuklar ürkek ve tedirgin... Halıya çay dökmekten, koltuğun arkasına saklanmaktan, elim sende oynamaktan korkuyorlar.  Yeni alınan sehpanın üzerinde resim yapamıyor, perdelere dokunamıyorlar. Kırıp dökmekten, anneden azar işitmekten çekiniyorlar. Çocuklarımızla aramıza biriktirdiğimiz eşyaların hükmü girmiş değil mi şimdi?

            Gündelik hayatta sürekli kullandığınız, vazgeçemediğiniz kaç eşya, kaç alet vardır? Diğerleri… Hani şu kıyıp atamadığınız süs eşyaları, yıllar geçse de artık giymeyeceğiniz o spor ayakkabı, dolabın arkasında kalıp gitmiş o kalemler, yarısı boşalmış parfüm şişeleri, hevesle aldığınız bir iki kullanımdan sonra beğenmeyip sandığa attığınız güneş gözlükleri… Peki ya gardırop, nasıl da dolu ağzına kadar ve en az yarısını artık hatırlamıyorsunuz bile.

            Eşya mı bizim, biz mi eşyanın peşine takıldık? Mekâna, zamana, eylemime eşya hükümran ise benim değildir o zaman ve o mekân. Bu kadar çok eşyanın ve hatta sadece boşlukta yer işgal eden eşyanın varlığında ben değil de eşya yaşıyor değil mi sanki?

            Sade ve ağır yaşamak lazım diyelim tekrar. Beni boğmayan, beni yormayan, tedirgin etmeyen ve yetecek kadar eşya neme yetmez? Sadeliğin, sakinliğin, huzurun, hissin ve şiirin sesi ihata etmeli belki de ruhumu…

           

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hakan Bahçeci Arşivi