Çok da Heves Etmesen mi?
Tek var olan ve tek üstün olan sen değilsin, buna çok da heves etmesen mi sadedinde bir hayıflanıştı serlevhadaki sorumuz. Çünkü; modern çağın insanı kendini nerdeyse tüm geçmiş kavim ve milletlerden üstün ve ileride addediyor. Genel yaklaşım ve yaygın görüş bunun peşinen kabulü üzerine kurgulanmış. Değişmenin önünde duracak değiliz, eşyanın tabiatına karşı çıkacak da değiliz. Diğer yandan “her değişim bir gelişmeye işarettir ve gelişim insanlık için yadsınamaz bir gerçektir” yargısının da nakıs olduğu kanaatindeyiz.
Teknolojinin başat aktör olarak öne çıktığı bu çağın, insana sağladığı konfor, zaman ve hız, bilimsel gelişmenin bir sonucu olarak “değişime” zirve yaptırdı. Mesele şu ki gelişen ve değişen insan, arzu ettiği ve beklediği insanî tekamüle ulaşabildi mi? Bu sualden daha dramatik olanı; “Bu çağın insanı, insanî tekâmül, vicdani zenginlik, diğerkâmlık gibi değerleri cidden arzu ediyor mu?
Yetişmesi gereken ve illa vaktinde yetişmemiz gereken işlerimiz var. Gecikmesine tahammül etmediğimiz randevular var. Tüm yaşam koçları ve uzmanlar program yapmanın planlı olmanın gerekliliğinden bahsediyor. Zamanı iyi kullanmak üzerine katı kurallarımız var. Tüm bunlara rağmen vakit yetersizliğinden şikâyet ediyoruz.
Bir zamanlar günlerce yolculuk yaptığımız şehirlere, gitmeye gözümüzün kesmediği ülkelere saatler içinde ulaşabiliyoruz. Raylarda akan trenler ve havada süzülen uçaklar hep daha hızlı olduklarını söylüyor lakin koşuşturma bir türlü bitmiyor. Arabalarımız çok hızlı ve konforlu olmasına rağmen akmayan trafikte bir işe yaramıyor.
Eşyanın hükmü sürüyor evlerimizde. Devasa mobilyalar, elektronik eşyalar, hacimli dolaplar, lekelenmesinden korktuğumuz döşemeler, halılar… Mutlu olalım diye aldığımız eşya, bize yer bırakmadı oysa. Buna rağmen eşya biriktirmeye devam ediyoruz. Geçici ve sonlu heveslerimiz bizi mutlu ediyor gibi görünse de kalıcı ve gerçek olmuyor.
Kalabalık şehirlerin, insan yoğunluğunun ve sayısal grafiklerin birer verisi haline geldik çoktan. Hislerimizin düşüncelerimizin, ruhsal dünyamızın bizim dışımızda olanlar için çok da ehemmiyeti yok. Ne yolla ve nasıl kazandığımız değil ne kadar harcadığımız ve hatta daha ne kadar harcayacağımız belirliyor yerimizi. Kazandığını nereye harcadığın kadar nasıl kazandığın da çok mühimdi oysa.
İnsanoğlunun kadim değerleri vardı nitekim. Gelişim ve değişim bu insani değerleri dünden çok daha yüksek bir mevziiye ulaştıramaz mıydı? Yaşanabilir, katlanılabilir üzmeyen ve yormayan, tüm insanlığın ortak menfaatleri ve huzuru için var olan bir dünya hayali sadece çocukların mı olacak? Buna dair bilgilerimiz, hedeflerimiz ve ideallerimiz neden eksik ve natamam.