Benim Din Anlayışım, Seninkini Döver mi?
Türkiye'de yaşayan Müslümanlar olarak çok farklı dönemlerden ve çok farklı tecrübelerden geçiyoruz. Özellikle İslam dini üzerine ağzı olan herkesin konuştuğu, işin usulünü bilmeyenlerin piyasada arzı endam ettiği dönemleri yaşıyoruz. Emperyalist ve Kapitalist sömürücüler, bir gerçeğin farkına çok acı tecrübelerden sonra vardılar ki; Türk toplumunu sömürebilmek için, onu beslenmiş olduğu din kaynağından uzaklaştırmak gerekiyor. Bunu üç aşamalı bir harekat tarzı olarak uygulamaya koydular. İlk aşamada Din kaynağından uzaklaştırmanın yolu olarak, Müslümanların dini kaynaklar ile bağlantısını kesmek, ikinci aşamada; kendi anlayışını, kendi yorumunu din zanneden gruplar ve topluluklar türetmek, son aşamada da bu toplulukların birbirini öteki olarak görmesi, tekfir etmesi ve iç çatışma neticesinde güvensiz bir toplum, birbirine düşman kardeşler haline getirilerek sömürüye uygun, sömürüye hazır hale getirilmesi ile plan tamamlanmış olacaktı.
Bu üç aşamalı planın birinci aşaması olan toplumun dini kaynaklarla bağını, iletişimini kesme anlayışı çerçevesinde, gerek alfabenin değiştirilmesi, akabinde din eğitim ve öğretiminin yasaklanması aşamaları başarıyla uygulandı diyebiliriz. Devamında dini yorum ve anlayışların din gibi algılanması aşamasında, özellikle din eğitiminin yasaklanmış olduğu dönemlerde toplumun dini ihtiyacını karşılamak için oluşmuş veya daha önceden var olan yapıların devamı şeklindeki anlayışlar ortaya çıktı. Bu anlayışlar zaman içerisinde büyüyerek ama büyürken de bazen özünden koparak, bazen amacından ayrılarak, yerine göre farklı anlayışların, farklı niyetteki kurum ve kuruluşların güdümüne girenlerde oldu. Bu değişim ve dönüşüm süreci içerisinde, süreci iyi yönetemeyip, süreç içerisinde varoluş amacından sapanlar oldu. Yada kendisine belirlemiş olduğu dini eğitimi devam ettirme ya da toplumdaki dini hayatın devamı noktasında çalışma kararlılığından sapanlar da oldu. Bu sapanların bir kısmı farklı amaç ve niyetteki kişilerin yada kuruluş ve anlayışların güdümüne girenlerde oldu. Veya tamamen İslam düşmanı, ülke ve toplulukların istihbarat örgütlerinin güdümüne girenlerde oldu. Ortaya çok parçalı bir yapı çıktı. Ancak her yapı kendisinin "en doğru din anlayışı" olduğu iddiasını dile getirmekten de geri kalmadı. Tabii ki sadece kendisinin en doğru olduğunu söylemekle yetinmeyip diğerlerinin yanlış olduğunu, öteki olduğunu bir taraftan da kendisi etrafında toplananlara deklare etmeye başladı.
Son dönemlerde bir takım kimseler en doğru din anlayışının sünneti yok sayarak, hadis-i şerifleri toptan reddederek mümkün olacağını iddia eder hale geldiler. İşin garip tarafı, bakıyoruz ki; bu kimselerin etrafında binlerce taraftar, saf Müslüman kardeşimiz toplanmış. Daha fazla dindar olma amacıyla gitmiş oldukları yolun, takip etmiş oldukları kişilerin, kendilerini dinden ettiğinin farkında da değiller. Bu anlayış sahiplerinin, Hz. Peygamberi, onun sünnetini ve hadisini devre dışı bırakarak peygamberin ve sünnetin yerine kendilerini koymaya çalıştıklarını görüyoruz. Öte yandan bu sünnetsiz kesime karşı olduğunu iddia eden, ancak "bunlarla mücadele edelim" söyleminin arkasında her türlü israiliyat, mevzuat ve uydurma hikayeleri din gibi gören ve takipçilerine yedi gün yiridört saat din anlatıyoruz diye hikayeler anlatan karşı bir cephede var. Bu iki uç yaklaşım, ifrat ve tefrit noktasında uçlarda duranlar, toplumdaki Müslümanları uçlara doğru geriyorlar. Bu gerilen toplum katmanlarını birbiriyle çalıştırmak o kadar da zor gözükmüyor. Zira uçlara doğru gerilen her anlayış, kendisini dinin yegane temsilcisi, dini en doğru yaşayan en iyi müslüman, kendisi dışındakileri de fasık, günahkar hatta ve hatta kafir olarak bile görebiliyor. "Ihvan" (kardeşler) ifadesinin bütün müslümanları kapsamadığını, sadece aynı meşrep ve grupta olanları nitelemek için kullanıldığını görüyoruz. Yani "Mü'minle ancak kardeştirler" ayeti kerimesinin askıya alınıp, meşrep bazlı bir kardeşliğe indirgendiğini görüyoruz. Özellikle sünneti ve Peygamber'i (sallallahu aleyhi ve sellem) yok sayan anlayışın kendisini müstağni ve müstekbir bir anlayışla farklı bir yerde görüp, diğer Müslümanları ötekileştirdiği daha belirgin olarak son günlerde ortaya çıktı. Hz Peygamberi vefatından bindörtyüz yıl sonra dinin dışına itmek ve kendisinin Kur'an-ı Kerim'i peygamberden daha iyi anladığını iddia edecek konuma kadar yükselten bir ego, gurur ve kibir elbette ki insanın kendi yanlışlarını görmesini bile engelliyor. Aynı şekilde, bir diğer uçta ise kendilerini "fırka i naciye", "Allah'ın torpilli kulları" olarak görüp sanki kurtuluşu tekellerine almış bir mantalite çevresinde hareket ettiklerini görüyoruz. Onlardaki bu seçilmişlik anlayışı, onları da müstağni ve müstekbir kılıyor. Bunun yanı sıra, diğer bazı meşreplerin daha kapalı yapısı ya da içlerinden bazılarının, -kendi içlerinden çıkan bir takım insanların söylemine göre- ipin ucunu istihbarat örgütlerine kaptırmaları, dini STK'ların yeniden gözden geçirilmesi gerçeğini zorlar duruma geldi. Irak ve Suriye'de dini grupların farklılığı işgal öncesinde kullanılarak işgalin kolaylaşmasını, hatta ve hatta işgalin meşrûlaştırılmasına zemin hazırladı. 15 temmuz darbesinin fetö unsurları marifetiyle yapıldığını gördükten sonra artık bu tür, kendini ayrı gören sivil yapıların daha dikkatli daha kontrollü bir biçimde değerlendirmesi gerekiyor. Bunların bir kısmını adı her ne kadar sivil olmuş olsa bile kendi içlerinde çok farklı hıyararşik yapılarının olması ya da bazı ülkeler bazında üst düzey karşılık görmeleri, öyle gösteriyor ki; bu yapılar zannettiğimiz kadar sivil değil. "Kur'an bize yeter" diyerek, sünnete saldıranlarla; "Kur'an ve sünnet savunuculuğu yapıyoruz" diyerek bütün efsaneleri, israiliyatı ve mevzuatı gündeme taşıyanların, toplumda ne tür aykırılıklara sebep olduklarını iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Fetö'nün boşaltmış olduğu sahneye, farklı oyuncuların sürüldüğünü görmemiz gerekiyor. 22 Mart Cuma günü Diyanet İşleri Başkanlığı'nın “Kur’an ve Sünnet Bir Bütündür” başlıklı hutbesi İnşallah yasak savma kabilinde kalmaz. Zira dindar insanları sömürmenin yolu, yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi dindarları, dini kaynaklardan koparmakla başlıyor. İslam dininin temel iki kaynağı olan Kur'an ve Sünnetten kopunca geriye din ve dindar adına hiçbir şeyin kalmayacağını görmemiz gerekiyor. Bugünkü; "hadislerin tamamı uydurmadır", "sünnete gerek yoktur ", "Peygamber de insan, ben de insanım. Ha benim sözüm ha peygamberin sözü, ne farkı var!" anlayışında olanlar Kuranı Kerim'de ifade edilen; Dediler ki: "Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, çarşıda, pazarda dolaşır. Ona bir melek indirilseydi de bu onunla beraber bir uyarıcı olsaydı ya!". "Yahut kendisine bir hazine verilseydi veya ürününden yiyeceği bir bahçesi olsaydı ya! "Zalimler (inananlara): "Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz" dediler. (Furkan; 6-7) diye peygamberlik müessesesine ve peygamberlere beşer olmaları üzerinden saldıran anlayışla aynı anlayıştır. Diğer taraftan uydurulmuş bir takım hikayeleri, mevzuât ve israiliyâtı "Din!" diye anlatanların, eleştirildiklerinde de; "Allah'ta, Kur'an'da bile kıssa anlatıyor. Biz anlatınca niye rahatsız oluyorsunuz?" şeklinde kendi uydurduklarını Kur'an ile eş değer görerek, Kur'an ve Sünneti ihmal ettiklerini görüyoruz. Güya bunlar, söylemlerinde; "ehli sünnet savunuculuğu" yaptıklarını ifade ediyorlar. Ama ehli sünneti değil, ehli bid'atı savunduklarının belki farkında bile değiller.
Şayet, Kur'an ve Sünnet etrafında birleşmez/birleşemez isek; herkes kendi meşrebini ve anlayışını yüceltme noktasında hareket eder ve diğerlerini ötekileştirici söylem ve eylemlerine devam ederse; -Allah muhafaza- yarın bir gün, Irak ve Suriye'nin durumuna düşme tehlikesi ile karşı karşıya olacağımızı da hatırlatmak isterim. Din elbette ki hiç kimsenin tekelinde değildir. Ancak dinin birleştirici olması gereken yerde; "din anlayışları!!" ayrıştırıcı olursa, o anlayışlarında yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Aksi takdirde daha fazla dindar olalım derken, "dinden oluruz" haberimiz olmaz. Allah, bütün müminleri kardeş görürken biz; bizim anlayışımızda olmayan müminleri öteki olarak, düşman olarak gördüğümüz zaman bizi sömürmek için hazır bekleyenlerin yoluna kendi ellerimizle asfalt döşemiş oluruz. Unutmayalım ki, dini sömürü, günümüzde kapitalist ve emperyalist sömürünün "Akıncı Birliği" olarak, öncü kuvveti olarak kullanılıyor.