Basiretimiz mi Bağlandı?
Kavramlar, insanoğlunun zihni ve kalbi alt yapısını oluşturur. Bazen birbirine yakın kavramları biz, aynı veya birini diğerinin yerine kullanılabilir zannederiz. Ama bu durum, çoğu zaman kargaşaya ve kaosa sebep olur. Mücahede ve mücadele kavramları da bu çerçevede değerlendirebileceğimiz iki kavramdır ki esasen değil birbirinin yerine kullanılmak bir kere klasmanları, ligleri farklıdır.
Kur'an-ı Kerim'de sık sık mücahedeye vurgu ve atıf yapılması, insanoğlunun sekülerleşmesini, dolayısıyla gözüne perde inmesini engellemek içindir. "Allah yolunda hakkıyla mücahede ediniz.", "Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla cihad ediniz." mealindeki ayetler, mücahedenin hem mal, hem can, hem ilmi planda ve zaman ayırmak suretiyle yapılacağını ifade ediyor. Cihat ve mücahede denilince kavramın içeriğinin, nefse, şeytana ve hakkı-hakikati örtmeye çalışan, azgınlığı, sapkınlığı yeryüzünde hakim kılmaya çalışan küffara karşı yapılması gerektiğini ayet-i kerimelerin mesajlarından anlıyoruz. Mücahedeyi, insanı hem enaniyetten, hem de sekülerleşmeden koruyan insanın yüksek idealleri ve manevi gayeleri olması gerektiği anlayışını diri tutan, bir güç olarak görüyoruz.
Mücahedeyi terk eden insanın, üst basamaktan aşağıya düştüğünü ve mücadele dediğimiz boyuta geçtiğini ifade edebiliriz. Mücadele, "cedel" kökünden gelen, boğuşmak, uğraşmak, cedelleşmek, ağız kavgası yapmak, söz dalaşı yapmak, gibi manalara gelen bir kavram. Mücahedeyi terk eden, bir alt lige düşen insan, mücadeleye razı olur. Mücadele dediğimizde artık, o yüce idealler, dava şuuru, manevi gaye kaybedilmiş, insanlarla, makamlarla, mal ve mevki ihtirasıyla, cedelleşmeye başlanılmış demektir. Mücahede, insanın basiretini açık tutarken yani olayların perde arkasını görmesini, hakikatı keşfetmeyi, doğru yolu tanımayı, gerçeği yanlıştan ayırma yeteneğini kullanmasını sağlarken, artık bu özelliğini kaybeden insan; malayani, fani hedefler peşinde koşar hale gelmiştir.
Basiret, ilahi sıfatlardan birisi olan "basar'ın" inanan kullardaki tecellisidir. Bu tecelliden nasibi olmayanların gönül gözünde manevi körlük başlamıştır ve bu sebeple hakikat-i göremezler. Hadisâtın perde arkasını okuyamazlar. Basireti bağlanmış, hakkı hakikati göremeyen kimseler hakkında Kur'an-ı Kerim; "kalpleri olup da onunla idrak edemeyenler" ya da "bakar körler" ifadelerini tabirlerini kullanır. Basireti açık olanları da "Ulü'l Ebsar", "Ulü'l Elbâb" terimleri ile anlatmıştır. Basiret, gözle görmenin ötesinde, gönülle görme, kalp ile görmedir. Mücahede ile basireti bir arada düşündüğümüz zaman mücahede, yani yüksek idealler uğrunda cehd etme, gayret gösterme; insanın, insanlarla olan şahsi sürtüşmelerden sakınması, makam, mevki, şöhret, servet gibi fani hedeflerden sıyrılıp, baki olanı görmesini temin eder. Şuur kazandırır. Kutsi bir davayı bayraklaştıran, kutsi bir dava uğrunda mücahede eden insanlar, hadisâtın perde arkasını da gören, seküler bir takım materyallere takılmadan, hedefine doğru koşan insandır. Ancak dava şuuru kaybedildiği zaman, aynı dava adına yola çıkan kimseler bir alt basamağa düşerek sekülerleşirler, materyalist bir kafa yapısı ile ya birbirleriyle uğraşmaya ya da fani ve malayani olan seküler hazların peşinde koşmaya başlarlar. Bugün gelmiş olduğumuz süreçte karşılaştığımız manzara, mücahede yerine mücadeleyi inşa edip, basiretimizi kaybetmekten dolayı sekülerleşmenin materyalistleşmenin ve şuuru kaybetmenin bir yansıması olarak görülüyor.
Bundan 23 yıl önce, 28 Şubat sürecinde Müslümanların bir davası vardı. Mücahede, birtakım sembolik değerler üzerinden yürütülür. Başörtüsünde sembolleşen dava, mücahede şuuru, hakkı ve hakikati hakim kılma davasıydı ve bu noktada mücahedeyi bırakmayan basiretli insanlar ciddi bedeller ödediler. Fakat aradan geçen 23 yıldan sonra hak ve hakikat davasında sembolleşen bayraklar hak ettiği burçlara dikildikten sonra başarmış görünmenin psikolojik rahatlığı ile mücahede ruhu kaybedildi ve bir at basamağa mücadele anlayışına evrildi. Tabii bu sefer beraber yola çıkan insanların, kendi aralarında ya da oyuna sonradan giren ve mücahede ruhunu kavrayamamış, mücadeleyi mücahede zanneden insanların mücadelesine sahne olmaya başladı. Makam mevki kapma yarışları, bal bulaşan parmağı yalama anlayışları, su akarken testiyi doldurmak mantığı hakim olmaya başladı. Bu durum sekülerleşmeyi materyalistleşmeyi ve materyalist düşüncenin ürünü bir takım gölgeleri putlaştırmayı beraberinde getirdi.
1400 yıldan beri her türlü putçuluk anlayışıyla mücahede eden, bu yolda mal, can, mesai harcayan insanlar, bugün sekülerizmin labirenti içerisinde çıkış yolu aramaktadırlar. Basiretimiz bağlandığı için, sekülerizmin, feminizmin, hedonizmin, kapitalizmin, materyalizmin, pozitivizmin birer sanal put olduğunu göremedik. Basiretimiz bağlandığı için feminizm putperestleri tarafından dayatılan İstanbul Sözleşmesi'nin ve 6284 sayılı yasanın, bu mücahede yolunda en sağlam kale, en güvenilir liman olan aileyi yok edecek, aileyi mücadele basamağına indirip ve cedelleşmeyi beraberinde getirecek bir Truva atı olduğunu göremedik. İstanbul sözleşmesi; feminizm putperestliğinin, aileyi mücahede basamağından bir alt lige, mücadele basamağına indiren ve aileyi cedelleşme alanı olarak gören bir Truva atıdır. Bu Truva atı, kadına karşı şiddeti engelleyemediği/engellemedi gibi, şiddeti daha da artıran, hatta kadın cinayetlerinin yoluna kırmızı halı seren, kadın cinayetlerini artıran bir yapı olmuştur. Basiretimiz bağlandığı için, İstanbul Sözleşmesinin feshi konusunda atılacak adımlara bile karşı çıkan bir grupla karşı karşıya kaldık.
İstanbul Sözleşmesi kadını koruyamadığı gibi, kadına şiddeti ve kadın cinayetlerini engelleyemediği gibi, aynı zamanda aile anlayışını da bitiren bir mantığa sahip. Aile, bir erkek ve bir kadının meşru, hukuki zeminde akitleşmesi ile başlayan, anne baba çocuklarla çekirdeği oluşturulan, birinci derece yakınlarının katılımıyla büyüyen, olgunlaşan bir yapıdır. İki erkeğin ya da iki kadının cinsel tatmin noktasında bir araya gelmesi aile değildir. Yada hukuki ve meşru düzlemin dışında erkek ve kadının cinsel manada bir araya gelmesine biz yine aile diyemiyoruz. Kadının gayri meşrû ve hukuk dışı yollarla çocuk sahibi olup, çocuklarıyla beraber oluşturmuş olduğu birlikteliğe de aile dememiz mümkün gözükmüyor. İstanbul Sözleşmesi, barındırmış olduğu içeriği ile aile diyemediğimiz bu yapıları meşrû görmeye ve hukuki altyapısını da oluşturabilmeye imkan tanıyor. Basireti bağlanmamış, mücahede ruhunu kaybetmemiş her bir Müslümanın bu gerçeği görmesi gerekirken; bunu göremeyip hâlâ İstanbul Sözleşmesini savunuyor olmaları; "biz ne zaman alt lige mücadele basamağına düştük?" sorusunu beraberinde getiriyor.
Basiretin bir ileri basamağına, İslam literatüründe firâset/feraset deniliyor ki; firaset, keşfetme, sezme, ileri görüşlülük manalarında kullanılıyor. Feraset dediğimiz zaman yapılacak olan bir işin, bir-iki basamak sonrasını, perde arkasını, o işten sonra meydana gelecek zincirleme fayda veya zararları sezebilme yeteneği de diyebiliriz. Firâset, bayağı arzulara karşı koymak, haram ve şüpheli şeylerden sakınmak ve Hz. Peygamberin sünnetini, Kur'an'ın ahlakını hayat tarzı olarak yaşamak sayesinde kazanılabilen ve müminin ileri görüşlülüğünü ifade eden bir kavramdır. Bugün belki de en fazla ihtiyaç duyduğumuz, basiretli, ferasetli, islami ve ahlaki şuurunu kaybetmemiş, fani ve malayani davaların peşinde cedelleşmekten imtina edip, baki davaların bayraklaşması için cehd eden, mücahede ruhunu kaybetmemiş insanların var olmasıdır. Yoksa gerisi bir kuru gürültüdür. Kanun ve kurallarını insanların koyduğu, hukuki altyapısını batılıların oluşturduğu dünya mahkemelerinde kazanmak veya kaybetmek önemli değildir. Önemli olan Mahkemeyi Kübra da kazanmak olmalıdır. Aksi takdirde baki davayı, fani, malayani, batıl, sanal putlara kurban etmiş oluruz. Bilmem anlatabildim mi?