Uzaktaki Yakın Komşu Moğolistan (2)
Ötüken
Geçen haftaki yazımda; "Üç araçlık, mini bir konvoyla Ulan Baturdan, Ötüken'e doğru yolculuğumuz devam ediyor" demiştim. Ulan Batur'u çıkınca gerçek Moğolistan'la başbaşa kalıyorsunuz. Göz alabildiğince uzanan meralar, düz veya engebeli arazide sanki sizi, bir anda atalarımızın Moğolistan'da at koşturduğu, çinlilere kafa tuttuğu dönemlere götürüyor. Yol boyunca öbek öbek at, inek, koyun ve keçi sürüleri, arazinin ortasında serpiştirilmiş gibi duran kapıları doğuya bakan Moğol çadırları, mevsimden dolayı sararmaya yüz tutmuş otlaklar, size Moğolistan'ın keşfedilmesi gereken yönünü fısıldıyor. Yol kenarında yer alan, Budist sunakları ve Şamanistik mekanlar olan vudular ara ara göze çarpıyor.
Komünizm döneminde yapıldığını düşündüğümüz ve son otuz yıldır belki de hiç tamirat yüzü görmeyen şehirler arası yolda, ara ara zıplayarak Ulan Batur'un 400-450 kilometre batısında yer alan Ötüken'e doğru gidiyoruz. Bu geceyi bir Moğol çadırında geçireceğiz. Gobi Gölü kenarındaki yerimize doğru, akşama kadar yol aldıktan sonra güneş batımından biraz önce, asfalt yoldan da ayrılıp tamamen arazide toprak üzerinde ilerlemeye devam ediyoruz. Giderken havaalanında program sorumlusu ve organizetörümüz, Mevlüt Yıldırım Ağabeyin vermiş olduğu bir bilgi ile karşı karşıyayız. "Her Moğolun bir yolu vardır!" ifadesi asfalt yoldan ayrılıp toprak zeminde, arazide ilerlemeye başlayınca kendini gösteriyor. Arazi üzerinde birbirine paralel, onlarca farklı patika şeklindeki araç yolu veya zaman zaman kesişen birbirine paralel uzayan araç yolları, "her Moğolun kendine ait bir yolu vardır" deyimini bir kez daha ispatlıyor.
Akşam, güneş artık ufka iyice yaklaştığında Gobi Gölünün kenarına erişmiş oluyoruz. Göl bana; Ahmet Haşim'in, "Bir Günün Sonunda Arzu" şiirinde ifade ettiği:
Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Üstümde sema kavs-i mutalsam! (Kavs-i mutalsam: tılsımlı yay)
Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!
dizelerini hatırlatıyor. Gobi Gölünün durgun suları, akşam güneşinin ışınlarının düşmesi ile yeni kalaylanmış, parlatılmış kıpkızıl bir bakır tepsi gibi önümüzde uzayıp gidiyor. Gobi Gölündeki gün batımı bizi farklı hülyalara daldırırken, gölün hemen kenarında konuşlanmış olan ve çadırlardan oluşan dinlenme kompleksi'ne, konaklama tesisine misafir oluyoruz.
Ulan Batur dışındaki dinlenme yerlerinin, otel ve tesislerin oda yerine ziyaretçilerine çadır ortamı sunması ve çadırda misafir etmesi Moğol nostaljisini, aynı zamanda Moğol sosyal hayatını da bir anlamda ikram etmiş, takdim etmiş oluyor. Akşamın serinliği, gölün serinliği ile birleşince, hafif bir üşüme hissi ile beraberimizde götürdüğümüz montlarınızı veya hırkalarımızı giyme ihtiyacı duyuyoruz. Mihmandarlarımız Kaan Bey, Jenisbek Bey, Yestai Bey ve Kanat Bey hızlıca akşam yemeği hazırlığına başlıyorlar. Moğolistan'dan döndükten sonra en çok karşılaştığım sorulardan bir tanesi olan; "gezdiğin, gördüğün senin olsun, ne yedin, ne içtin? onu anlat!" sorusuna esasen burada kısa bir cevap vermek gerekiyor. Aslında bu deyim dilimizde; "yediğin, içtiğin senin olsun. Ne gördün? bize onu anlat!" şeklindedir. Ama Moğolistan'dan geldim geleli, muhatap olduğum arkadaşlarım bana, bu deyimi tersine çevirerek soru şeklinde yöneltiyorlar. Moğollar, Cengiz Han kanunlarından gelen alışkanlıkla, hâlâ hayvanları boğazlayarak kesmiyorlar. Peki hayvanları nasıl kesiyorlar veya hayvan etini nasıl temin ediyorlar? Hayvanın karın bölgesinden, el girecek büyüklükte bir delik açarak, bir yer keserek kollarını oradan içeriye sokup, hayvanın kalbini sıkarak durdurmak suretiyle hayvanın hayatına son vermiş oluyorlar ve akabinde de hayvanı yüzüp parçalayarak etine ulaşıyorlar. Tabii böyle bir yöntemle hayvan kesimi İslam dininde haram olduğundan dolayı ve bu şekilde elde edilen et, necis, murdar hükmünde olduğundan dolayı yememiz bizce mümkün değil. Mihmandarlarımız dışarıda kalacağımız iki günlük erzakımızıda beraberimizde getirdiler. Mihmandarlarımızın akşam yemeği hazırlığından sonra sofraya oturuyoruz ve sofrada bundan otuzbeş yıl önce dedemin köyünde yediğim lezzette bir kavurma var. Neden böyle bir ayrıntıya girmek durumunda kaldım? Şunu ifade etmeliyim ki Moğolistan'da et için beslenen hayvanlar 365 gün dışarıda açık arazideler. Hazır yem, saman, küsbe sûni beslenme vesaire bilmiyorlar. Dolayısıyla 365 gün doğal otla besleniyorlar ve etin lezzeti de elbette ki bu doğallığın bir neticesi olarak çok çok farklılık arz ediyor. İstanbul'dan sonra 10 saatlik uçak yolculuğu, kısa bir kahvaltıdan sonra 6 saatlik Moğolistan içerisindeki kara yolculuğunun akabinde akşam yemeğini de yiyince, artık dinlenme vaktinin geldiğini vücudumuz bize hissettiriyor. Dörder kişinin kalacağı şekilde dizayn edilmiş olan gerlere (Moğol Çadırı) istirahate çekiliyoruz. Moğol gerlerinin özelliği, çift kat kalın keçeden yapıldığından dolayı çok güzel ısı yalıtımı gerçekleştiriyor. Yazları güneş altında serin, kışları eksi kırkları bulan soğuklarda içerisinde küçük bir sobanın yanmasıyla sıcak bir ortam sağlıyor. Gerlerimizde güzel bir uykunun akabinde sabah namazına uyandığımızda buz gibi ama tertemiz bir Moğolistan sabahına uyanmış oluyoruz. Göl kenarında kısa bir yürüyüş yaparak güne başlıyoruz. Fakat sabah güneşinin etkisine rağmen havanın geceden kalma soğukluğu, üzerimizdeki hırkanın üzerine bir mont daha giyme ihtiyacı hissettirecek kadar soğuk. Gölün serinliği, havanın serinliği ile birleştiğinde sabah şoku bizim titreyip kendimize dönmemize vesile oluyor. Onaltı saatlik toplam yolculuğun üzerinden beş veya altı saat gibi bir uyku neticesinde dinlenmiş ve zinde olarak kalkıyoruz. Havanın temizliği dinlenme ihtiyacımızı fazlasıyla karşılamış oluyor. Kahvaltımızı yapıp Gobi Gölü kenarındaki gecelediğimiz mekandan ayrılıp Bilge Kağan ve Kültigin anıtlarına doğru yine toprak arazide; "her Moğol'un bir yolu vardır" anlayışı içerisinde üç araçlık mini konvoyumuz, tozu dumana katarak, önümüzden kaçışan tilkilerin, tavşanların, gelenilerin, tarla farelerinin, etrafımızda uçuşan şahin, kartal, doğan gibi yırtıcı kuşların yoldaşlığında devam ediyor. Yaklaşık kırk dakikalık bir yolculuktan sonra Bilge Kağan ve Kültigin anıtlarının olduğu ve TİKA tarafından müze yapılarak anıtların koruma altına alınmış olduğu mekana varıyoruz.
Anıtların bulunmuş olduğu alanda Bilge Kağan anıtı'nın replikası ve şaman geleneklerine göre imal edilmiş olan o dönemden kalma sunu taşı ziyaretçilerini bekliyor. Anıtların orjinalleri bulunduğu alanın hemen yan tarafında yer alan müzeye taşınmış. Müze yakınlarında hayvancılık yapan bir Moğol aile müzenin bakımını ve güvenliğini üstlenmiş durumda. Onlara haber veriyoruz gelip bize müzeyi açıyorlar. Müze girişinde bizi Bilge Kağan'ın suretinin oyulmuş olduğu balbalı, yani mezar taşı karşılıyor. İçeride, büyük salonda Bilge Kağan ve Kültigin anıtları yan yana bir vaziyette konuşlandırılmış. Kültigin yazıtı, Bilge Kağan'ın ağzından yazılmıştır. Bilge Kağan'ın kardeşi olan Kültigin adına yazılan bu eser içeriği, dile getirdiği gerçekler noktasında günümüzde hala önem arzetmektedir. Kültigin Anıtı yaklaşık 3,5-4 metre uzunluğunda ve üzerinde Göktürk alfabesi ile Göktürk tarihine damga vurmuş olaylar, birlik ve bütünlük içeren mesajlar yer alıyor. Üzerinde bazı sembol ve işaretlerin olduğunu da görüyoruz. Bilge Kağan Anıtı devletin nasıl büyüdüğünü, geliştiğini ve bununla beraber kardeşi ve aynı zamanda genelkurmay başkanı olan Kültigin'in ölümünden sonra yaşananları kendi ağzından anlattığı bilgisini ediniyoruz. Yine anıt, Kültigin anıtında olduğu gibi yaklaşık 3,5-4 metre uzunluğa sahip ve 4 cephesi de Göktürk alfabesi ile yukarıdan aşağıya yazılmış bilgelik eseri öğütler içeriyor. Orhun yazıtları olarak ifade edilen Bilge Kağan, kardeşi Kültigin ve Bilge kağan'ın hem veziri hem kayınbabası olan Tonyukuk anıtları, Türk tarihine ait en önemli vesikalar olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor. Yol boyunca görmüş olduğumuz, yol kenarında, kaplumbağa üzerindeki bir takım anıtlar yahut sunaklardaki kaplumbağa figürünün Kültigin ve Bilge Kağan anıtlarında da olduğunu gördüğümüzde, Gök Tengri dininin hala Moğol düşünce sistemini ve dini yapısını ne derece etkilemekte olduğunu bir kez daha fark ediyoruz. Bilge Kağan ve Kültigin anıtları devasa kaplumbağa heykellerinin üzerine dikilmiş anıtlar. Kaplumbağa figürü sağlamlığı, uzun yaşamayı, dayanıklılığı ve bilgece hareket etmeyi ifade ediyor. Müze'den köklerimize yapmış olduğumuz fikri ve tarihi seyahatle donanmış ve kuşanmış olarak çıkıyoruz . Cengiz Han'ın başkenti Karakurum'a, (Harhorun) Moğolistan'ın en büyük Budist tapınağına Erdene Zuu'ya gitmek üzere, gönlümüzü Bilge Kağan ve Kültigin'in bilgeliğine, devlet adamlığına, cesaretine, ileri görüşlülüğüne emanet ederek yola koyuluyoruz. Haftaya Moğolistan'ın en büyük Budist tapınağı Erdene Zuu, Karakurum ve atalarımızın atlarını suladığı Orhun Nehri'ndeyiz...