Parçalanmışlığımız Kaderimiz midir?
Bugün dünya üzerindeki Müslümanların parçalanmışlığı onların kaderi midir? Allah böyle istediği için mi Müslümanlar paramparçadır? Bu soruya cevap arayalım:
Rasûlullah’ın (sav), uzunca namaz kıldığı bir gecede, fecirle birlikte selam verdiğinde ona; “Ya Rasûlallah! Bu gece o kadar namaz kıldınız ki, daha önce böyle namaz kıldığınız görülmedi” diye sorulunca şöyle buyurdu: “Evet, o ümit ve korku namazı idi. Rabbimden üç şey istedim, bana ikisini verdi birini vermedi. Rabbimden bizi, bizden önceki ümmetleri helak ettiği şey ile helak etmemesini istedim, bunu bana verdi. Rabbimden, dışımızdan bir düşmanı bize galip getirmemesini istedim, bunu da bana verdi. Bizi fırka fırka ayırmamasını (ümmetimin bir birine düşürülmemesini) istedim, bu isteğimi kabul etmedi.” (Müslim, Fiten 5, Hadis no:2890; Tirmizi, Fiten 14, Hadis no:2175)
Rasûlüllah’ın (sav) bu duası gereği, Muhammed Ümmeti, diğer ümmetler gibi toplu helak cezasına çarptırılmamıştır. Bu gün geçmiş peygamberlerin helak olduğu cürümleri kat kat işleyen toplulukların, Rasûlullah’ın kabul olunmuş bu duası sayesinde helâk olmadıklarını görüyoruz. Mesela Lût kavminin ahlaksızlığını doruk noktada yaşayan ülkelerin toplu helâke uğramadığı gibi.
Yine bu ümmet, harici düşmanlar tarafından yok edilememiştir. O kadar haçlı seferleri yaptılar, Moğol saldırıları gerçekleşti, Birinci dünya savaşında Müslümanları yok etmeye çalışan emperyalist güçler, İzmir’den denize döküldüler ve Çanakkale’yi geçemediler. Yani Rasûlüllah’ın (sav) bu duası gereği, ümmetin kökünü kazıyamadılar.
Fakat Peygamber Efendimizin Rabbinden isteyip de Rabbinin reddettiği, ona söz ve garanti vermediği “Bu ümmeti fırka fırka ayırarak, şiddet ve terörlerini kendilerine dönük yapmaması, onları birbirine düşürmemesi” talebine Rabbi icabet etmemiştir. Aksine bu durumu, tabiat kanunları ile sosyal kanunlara ve sebep-sonuç ilişkisi kanununa bırakmıştır. Ümmet bu noktada kendi haline bırakılmıştır. Allah, bu ümmeti hiçbir şeye zorlamamış, bu konuda ona ayrıcalık tanımamıştır. Eğer ümmet, Rabbinin emrine, Rasûlünün talimatlarına, kitabın çağrısına uyarsa, sözü bir olur, safları toplanır, izzet ve güç kazanarak egemenliği ele alır. İslam’ın kendisinden olan beklentisini gerçekleştirir. Yok, eğer ümmet, insan ve cin şeytanların çağrılarına ve nefislerin hevalarına uyacak olursa, yollar onu ayırır, dağıtır. (Yusuf el-Karadâvî, İhtilaflar Karşısında İslamî Tavır, s.58)
Ümmetin fırkalara ayrılarak dağılması ve kimilerinin kimilerine musallat edilmesi, kıyamet gününe kadar bütün zamanlara, bütün mekânlara ve bütün hallere şamil, kaçınılmaz, daimî ve genel bir durum değildir. Şu zikredeceğimiz Kur’an ve Sünnet buyrukları hayata geçirildiği zaman ümmetin vahdeti gerçekleşecektir:
“Toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Ayrılığa düşerek fırka fırka dağılmayın.” (Âl-i İmran:103)
“Kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra ayrılığa düşerek dağılan ve ihtilaf edenler gibi olmayın. Ümmet birliğini bozanlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmran:105)
“Dinlerini parça parça edip kendileri de fırka fırka olan müşriklerden olmayın. Bunlardan her bir grup, kendi yanındaki ile övünüp sevinç duyar.” (Rum:31-32)
“Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da gücünüz gider.” (Enfal:46)
“Şüphe yok ki, Allah, kendi yolunda, birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (Saf:4)
“Ve işte sizin bu ümmetiniz, tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse benden korkup sakının.” (Mü’minûn:52)
“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yalnızlığa terk etmez, kim din kardeşinin bir ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse, Allah da onun bir sıkıntısını giderir.” (Müslim, Birr, 58; Tirmizi, Hudut, 3)
“Sizden biriniz, kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe gerçek manada iman etmiş olmaz.” (Müslim, İman, 71)
“Birbirinizle üstünlük yarışına girmeyin. Birbirinize haset etmeyin. Birbirinize kin beslemeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin/dargın durmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun!” (Müslim, Birr, 28)
İşte bu talimatlara uyulduğu zaman, ümmet tefrikaya düşmeyecektir. Eğer, ayrılığa düşerek fırka fırka dağılma genel, daimî ve kaçınılmaz bir kader olmuş olsaydı, bu emir ve yasaklar abes olurdu. Çünkü bu durumda ayet ve hadisler, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şeyi emretmiş ve kaçınılması da imkânsız olan bir şeyden men etmiş olacaktı. Bu da abestir. Allah ve Rasûlü de abesle iştigalden münezzehtir.
Öyleyse Allah’ın emrettiği vahdeti bozup tefrikaya sebep olmak, kimsenin hakkı da değildir haddi de… İslam’a hizmeti sadece kendi tekellerinde görenler, herkesin kendileri gibi olmalarını dayatmaya yeltenenlerdir. Bu, hastalıklı bir ruh halidir, taassuptur, fanatizmdir, asabiyettir. Taassup meselesi halledilirse kardeşlik ve Müslümanların vahdeti meselesi de çözülür. Çünkü tefrikanın ana sebebi asabiyettir. Yani takva dışında herhangi bir şeyi üstünlük ölçüsü olarak almaktır. Mesela grubunu, cemaatini, mezhebini, meşrebini üstünlük ölçüsü kabul etmektir.
İslamî bir hizmet grubunda yer alırken, inhisarcı ve bencil bir tavır sergileyemeyiz. Diğergam ve paylaşımcı olmak zorundayız. “Her şeyin iyisini biz yaparız veya bu işte biz olursak ancak sağlıklı sonuç elde ederiz. Ya da ancak bizim cemaatimizin hizmetleri hak ve doğrudur, bizim dışımızdakiler yanlış yoldadır” gibi bencil tavırlar ve inhisarcı anlayışlar, hem kendi içimizde, hem de diğer İslami hizmetlerdeki müslüman kardeşlerimizle ilişkilerimizde soğuk rüzgârlar estirir. Kendilerini “vazgeçilmez” zannedenler ve onlar olmadan işlerin yere kapanacağını sananlar unutmasınlar ki, İslam davası, kişilere ve gruplara endeksli değildir. Rasûlullah (sav), ahirete irtihal edince nasıl bu dava sahipsiz kalmamışsa, bu gün de kalmayacaktır, yarın da… Kendilerini vazgeçilmez sananlar, mezarlıklara baksınlar. Çünkü oralar vazgeçilmezlerle doludur.