Konuş Ama Dinlemem Bilesin!
Merkeze “ben” konulduğu sürece “biz” olmanın letafeti ve heybeti uzak bir hayal olarak kalıp gidecek. Farkındayım, pat diye girdim söze. Belki de bu pat diye girmelerimiz sözün kıymetini söküp aldı aramızdan. Oysa söze kulak vermek yetmiyor sözün özüne vakıf olmak için. Sözü can kulağıyla dinlemek, akıl süzgecinden geçirmek, kalbimizle tasdik etmek elzem. Bunu bize öğretenlerin torunları olarak söze muhatap oluşumuzdan bizar ve bitkin kalışımızı ne ile açıklayacağız?
Söze değil, sözün neşet ettiği yere, sözün sahibine ehemmiyet verişimiz, sözü anlayıp idrak etmemize engel oluyor belki de. Oysa “söz” bir bütün bir tam… Sözü söyleyen, sözün söylenişi ve sözde ifade edilmek istenen şey bir bütünün ayrılmaz parçaları…
Şimdilerde bölük pörçük dinliyor ve yarım yamalak anlıyoruz. Şaşalı ve yıldızlı cümleler ekranlarda yer buluyor, özüne değil heybetine sarılıyoruz o cümlelerin.
İletişim çağı denen bu kocaman kavramın günümüzde neye tekabül ettiğini bilen var mı? Haberleşmek değil anlaşmak, bilgi sahibi olmak değil o bilgiden eyleme geçmek, söylemek değil fehmetmek derdinde olmadığımız sürece hep yanlış anlamalar, pamuk ipliğine bağlı ilişkiler sarıp gidecek etrafımızı.
Karşımızdakinin söylediğine ve sözüne inanmak yerine kendi duymak istediğimizi bekliyoruz. Kendi beklediğimiz cevapların verileceği sorular hazırlıyoruz zihnimizin en işlek caddelerinde. Kendimiz gibi olmasını bekliyoruz herkesin ve hatta sevdiklerimizin bile. Sahi birini neden severiz, neden sevilmek isteriz? “Bana benzesin benim gibi olsun” diye bir cevabı tahmin ederim ki duymak zordur.
Zihnimizde oluşan kalıbın karşımdakine tastamam uymasını ve herkesin bu kalıba girmesini tahayyül etmek düştüğümüz yanılgıların büyüğü olsa gerek. Ne bizim biçtiğimiz elbise ötekine, ne onun kestiği gömlek bize cuk diye oturacak. Bu yüzden dinlemek ve kendimize göre değil söylenen söze göre tavır göstermek daha doğru olmayacak mı?
Hayat, bölünmüş roller ve görevler yüklüyor. Evde ebeveyn, işte patron, caddede yaya, dolmuşta yolcu, kahvede arkadaş, doğaya karşı insan, yaratana karşı kul… Kendimiz olduğumuz sürece bunların hiçbiri beni “ben” olmaktan çıkarmamalı. Çağın hızı, rollerin ve görevlerin artması bize bambaşka kimlikler verdi. Bununla yetinmedik, sanal dünyalarda, başka “ben”ler aradık ve oluşturduğumuz bu kimlikler asıl olanla sahte olanı derç etti.
Birbirinden uzak kimliklere büründükçe anlaşabilmek meseleleri çözebilmek daha da zorlaştı. Söz hikmetini, susmak hürmetini yitirdi. Yakın zamanda hangi doğruyu hangi sahtelikle karıştırdığımızı unutmuş olmak gibi bir mecaz alacak bizi içine. Oysa insan, bunca bölünmüş kimliğe rağmen “insan” olmakla mükellef. Diğer yandan ideoloji, hayat görüşü, ait olduğum sohbet gurubu, takip ettiğim aydınlar ve dahası… Hakikatten yana olmak yerine dâhil olduğum ve benimsediğim grubun, haber kanalının, yazarın, şeyhin fikrine peşinen katılmak ya da benden değil diye sözün karşısında olmak hakikati ıskalamak olmasın!
Beni ben yapan, bizi biz haline getiren cevher, değerler, öz ve inancım, bölünmüş kimliklerle yaşamama engel olacak kadar zengin ve güçlü. Amir de olsam işçi de, baba da olsam evlat da bana göre değil öze göre, insani ve ahlaki ilkelere göre söz söylemek ve bu ilkeye göre söylenen söze itibar etmek temel prensip olmalı. Beklediğim ve umduğum gibi olmayacak kimi şeyler ve ben buna göre yaşamayı becerebilmek durumundayım.