İbrahim Çolak
İbrahim Çolak İlkin sana sesleneceğim!

İlkin sana sesleneceğim!

Dağlım, sevdiğim, öğretmenim…
 
Birbirinden uzak hayallere dalıyor, elinin sıcaklığını dokunmadan hissediyorum.
Közde pişirip yediğimiz patatesler, demlediğimiz çay, kırlar, gökyüzü, özgürlüğü hatırlatıyor.
Şehirlere, odalara, arabalara, hıza teslim olduğumuza inanıyorum.
Okuduğum on kitaptan ancak bir tanesi dişime dokunuyor.
Uzunluğuyla değil, dişe dokunur ve yeni bir şeyler söyleyebilmek için yazmak istiyorum.
Nasip olursa, yakında, iki kitabım çıkacak. Buna rağmen, o ilk cümle, söyleyeceğimi en kısa ve yalın haliyle söylemek endişesi beni bırakmıyor. Gün geçtikçe daha zor yazıyorum. Kitaplar demişken, kendi hatamın da farkındayım, on kitaptan bir kitabın dişime dokunması, açlığımı çoğaltmaktan gayrı bir işe yaramıyor. Geçen günlerde Doktor Nazlı beni yemeğe çıkardı. İlk gittiğimiz yer cuma günü kapalıymış, nereye gidelim derken epeyce yürüdük, sonra lokantaya girdik. Daha içeri girerken –her ikimizde-bir soğukluk yaşadık. Salaş olsa iyi. Salaş da değil. Uzatmayayım. Yemeği kısa tuttuk ve Nazlı’ya şunu dedim: “İnanır mısın, içeri girdiğimiz zamana göre daha açım!”
Kalktık, bir başka yerde insan gibi karnımızı doyurduk.
Soğukluklar, yapma nezaketler, suni kibarlıklar yüreğimize sıkıntı veriyor ve doymuyoruz.
Yiyoruz, okuyoruz, geziyoruz, konuştukça konuşuyoruz ve yalnızca açlığımız artıyor.
 
Çığırtkan, görmemişliğini belli eden şatafat, fakir evin pisliğinden bile çirkindir Dağlım.
 
Sevmeyecek insana kitap yazsan, , ayağına halılar sersen olmuyor, olmaz da. Olmasın da zaten. Kendimizi ayağa düşürmenin, yaltaklanmanın adı sevmek değildir. Sevmek, güzel olanların toplamıdır. Sevmek şu kirlenen dünyanın en temiz şeyidir. Sevmek umut, sevmek yaşama sevincidir. İlk darbede şikâyete, ah etmeye, hesap sormaya kalkan insanların “seviyorum” demelerini hiç anlamıyorum. Kimse kimseye silah dayamıyor; seviyorum demek özgürlüğümüz gibi olsun, inanıyorsanız söyleyin ve her ne olursa olsun ardında durun. Gidenler olursa da ardından dua edin ve yaşadıklarınızdan ibret alın.
 
Büyük sevinç ve keder anlarında kişiliğimizin bilinmeyen yönlerini etrafımızdakilere gösteririz. Bu anlarda kadın ve erkek yeni beliren kişilikleriyle birbirlerine tamamıyla yabancı gibi görünür. Eğer, aralarında derin bir aşk varsa, bu yenilik onların hoşuna gider ve kaynaşarak devam ederler. Sevgi yoksa eğer, bu durum, garipsenir ve huzursuzluk yaratır. Çünkü gerçek aşk ne kadar cesur ve maceradan ürkmez ise, sevgisiz durumlarda da insan ancak gözle gördüğü ve elle tuttuğu gerçeklerden başka şey tanımaz.
 
Bir insan, diğer bir insana “ben senin sevgini hak etmiyorum”, “sen benden daha iyilerine layıksın” diyorsa o insandan uzak duracaksın. Bu insan, sözünü bilen değildir ve zaten gitmiştir. İyiniyetliyim, merhametliyim, affedenim kelimelerinin ardına saklanıp haddi aşmamak gerekir.
 
“Nasıl ki yataklar, içinde nasıl uyunacağı talimatıyla teslim edilmezse, âşıklar da hangi kurallar dizisine uygun olarak hareket edecekleri konusunda bir özet bilgiyle çıkmazlar birbirlerinin karşısına.”
 
Biz seninle kalbimizin diliyle konuştuk, ne kimse duydu, ne kimse anladı. Bundandır, yaşanan bir rüyanın izlerini görüyorlar sende. Nasıl ki savaşa girmiş insanlar yaşadıklarını ancak kendileri gibi savaşa girmiş olanlarla paylaşıyorsa, her an, her yerde sevgi ve aşktan bahsedenlerin, bilmelisin ki, ne savaşa girmişliği, ne de aşka düşmüşlüğü vardır.
 
İnanmadan ve umuda sarılmadan yaşayamayız. Bu fıtridir. Rabbimiz yaralarımıza uygun merhem verendir. Olması gereken, bize hakkı ve sabrı tavsiye eden bir-iki dosttur, dostun fazlası da olmaz zaten. Bir başkasının “mutluluğunu” merak edenler, dedikoduyu ve gıybeti sevenlerdir. Bizler, bir başkasının mutluluğu için ancak dua edenler oluruz. Önümüze çıkan vesileler de kadere dâhildir. Bizden istenen, gidene küsmek, ölenle ölmek değil, bize yakıştığını düşündüğümüz şekilde yaşamaktır. Bize düşen yarın kıyamet kopacağını bilsek dahi elimizdeki fidanı toprağa dikecek bir umutla yaşamaktır Dağlım.
 
Kulak verirsen göreceksin, insanların hayatı, kaybolmuş fırsatlarla doludur. Fırsatları kaçırmasını kendinden bilenler ibret almıştır, çok konuşmaz, fırsatları kaçırmasını başkalarına yükleyenler ise hep konuşur, çok konuşur, boşa konuşur Dağlım.
 
Kalbimizin kaldıramayacağı yük, saklayamayacağı sır yoktur.
 
Yazdıklarını nisan yağmuruyla ıslanmış bir halde okudum. Sana özlem, sana hasret, sana dua. Sana nisan yağmuru.  Böyle hafif yağmurlu ve her şeyin hasrete dönüştüğü anlarda burada olmanı ne çok istiyorum. Seninle yürümek istiyorum öğretmenim.
 
Günler kum gibi dökülüyor avuçlarımdan. Özlediklerim, sımsıkı sarılmak istediklerim var, kimi uzak, kimi yakın. Hakikat âlemine inanıyorum. Bu kalbime ferahlık veriyor. Orada özlemek yok. Sanırım, insan, her şeyden elini çekse de, yine de severken ve özlerken ölüyor. Toprak ve ağaçlar uyanıyor. Mahmur, nazlı ve sevilen bir çocuğun uyanışı gibi. Akasya ve hanımeli kokacak sokaklar.
 
Sabah güneş doğduktan sonra odamda oluşan rengi çok seviyor: yeniden fark etmek için diğer odalara gidip geri dönüyorum. Sarıdan turuncuya geçen renklerin içinde kayboluyorum.
 
Ufka bakan denizci suyun biteviye kıpırtısından başka ne görürde seslenir arkadaşlarına. Bir gemi mi? Bir kara parçası mı? O anda ne hisseder acaba? Yüreği güp güp atar da birden şarkı söyleme isteği mi duyar? Annesi yahut yâri mi gelir aklına? Belki de bir çocukluk anısı... Hani koşup koşup terlemiştir de bir duvar dibine çökmüştür… Tam o anda bir kedi salınarak geçer önünden, ikindi güneşinin parlattığı tüylerini kabartarak… Bir gemicinin yüreği denize mi benzer sevgilim, tuzlu, derin, yakamozlu? Garip sulara açıldığımdan beri denizcileri anıyorum, esmer ellerini, maviyle adı çıkmış kalplerini… Bir gün karayı görür müyüm bilmem, ama görürsem ilkin sana sesleneceğim!
 
Kuş yok. Ses yok. Açıldığım bu enginde yalnız kendi kırık teknem var sevgilim. O da su alıyor...
 
Seni seviyorum demek anlatacaksa kalbimde adınla akan ırmağı; seni seviyorum.
 
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi