İbrahim Çolak

İbrahim Çolak

Ruhumuzdaki servet -1-

Ruhumuzdaki servet -1-

Dağlım…

Ankara’dan İstanbul’a yürürken, sabahları kendimce okur, ardından dua eder, sonra da farkında olmadan türküye geçerdim. Türkü dediğim de senin de bildiğin türküler işte… İlk günler bu durum beni üzüyordu doğrusu. Duadan ne ara ve niye türküye geçiyordum? Sonra, kendi halimi, davranışımı masumlaştırmak için değilse de insanın dua ile türkü arasında gidip geldiğine kani oldum. Kafama takmayı bıraktım. Duamı ediyor, okuyor, içli içli, ağlamaklı bir hal ile türkümü söylüyor, yürüdükçe yürüyor, yürürken çokça da şükrediyordum. 

Düşüncelerim belirli bir sıra, düzen takip etmiyordu. Bunun birçok nedeni vardı. Bildim bileli savruktum. Tertipli, düzenli değildim. Yine yürürken, geçen arabalardan verilen selamlara mukabelede bulunmam da düşünce silsilemi bozuyor, bıraktığım yerden devam etmiyor, yeniden başka bir düşünceye, daha çok ve mümkünse kendimi sorgulamaya geçiyordum. 

Hiçbir şeyimiz eskimiyordu. Ev eşyalarımızdan giysilerimize, yediğimiz yemeklerden düşüncelerimize kadar her şeyi değiştiriyorduk. Değiştirmediklerimiz ise bizim fanatik yanımızı gösteriyordu. Her değiştirme bizi yenilemiyor bilakis bizi küstah, kibirli ve doyumsuz kılıyordu.

Bilirsin, mektup türünde onlarca kitap okudum, okumaya da devam ediyorum. Çok zaman o geçmiş, mektup yazılan günlere imrenirim. İşte bu imrenmemin nedenidir zaten sana bunca mektup yazışım.  Geriye dönüş mümkün değilse de duygu ve isteklerimizi daha yavaş ve makul yaşamanın bir yolunu bulmalıyız Dağlım.

Hasret kaldığımız sevgiler. Buyurgan olmayan, bizi mihnet altında bırakmayan, emredici olmayan sevgiler… Bizi olduğumuz gibi kabul eden, şefkat ve merhametle sarıp sarmalayan, tebessüm dolu sevgiler. Biliyorum, biraz olsun hayatın uzağından yazıyorum, kimse inanmıyorsa da senin bana inanmanı isterim Dağlım. Teklifsiz sevgiler hep vardı, var olmaya da devam edecek.

Sevgi, hava gibi, su gibi, güneş gibi, rüzgâr ve yağmur gibidir. Gerçekte her yanımız sevgiyle ve nimetlerle çevrilidir. Bunu göremeyen, idrak edemeyen insan için, şehirler sevimsiz, insanlar kusurlu, yaşamak anlamsızdır.

Sevmenin yalnızca konuşmaktan ibaret olmadığını, çok daha başka şey olduğunu da yine senden öğrendim Dağlım.

Kuş, konduğu dala ağır gelmez. Bunu da kendi kalbimden biliyorum.

Aklıma Fuzuli’nin “Leyli sözü söyle yoksa hâmûş.” cümlesi geliyor.
“Sevgiliden söz et, aksi halde sus!” diyor.

Hayata hıncı olan insanlar vardır. Bu insanlar hep olmuştur, olmaya da devam edecektir. Bu insanlarla dalaşıp, bu insanlara laf anlatamaya çalışmak da bir tür bahanedir. Bu insanlar bizi etkiler, bu insanlar moralimizi bozabilir. Buna da eyvallah. Ancak yürümek isteyeni durduracak olan tek kuvvet Rabbimizdir. İnsanı belirleyen ailesidir, arkadaşlarıdır, çevresidir, içinde yaşadığı sosyal konumdur. Hepsi doğrudur. Bütün bu doğrular kadar gerçek olan bir başka doğru da şudur: İnsan bahanelere sarılır, çalışmaktan, yorulmaktan ziyade tembelliğe meyillidir. Çevremizi, eşimizi, evlatlarımızı, içinde bulunduğumuz olumsuz şartları dile getirip durmak da gerçeklikleri kadar yapmadıklarımızın üzerini örtmeye yarar. Bunu da hepimiz biliyoruz.  İnsanı durduracak insan yoktur. Aksini söyleyen kendini kandırır.

Dağlım. Konuştuklarımızın toplamına bakıldığında hep mağduruz. Kimse bizi sevmiyor. Anlamıyor. Herkes bizi kandırmak ve aldatmak için sıraya girmiş. Sanırsın ki Rabbimiz bizi eziyet çekelim diye dünyaya göndermiş. Çok komiğiz doğrusu.

Bak sana ne anlatacağım Dağlım. Bir gün, bir arkadaşımızın evinde yemekteyiz. Daha önce yemediğim yemekler. Ağız tadıma da uygun değil. Ancak yine tabağımda kırıntı bırakmadan yedim. Yemekte bulunan diğer arkadaşlardan çoğu yemeklerini yememiş, yarıda bırakmışlardı. Yengemiz üzüldü tabii. Benim ne verildiyse yemem yengemizin hoşuna gitmişti. Hatta bir iki yemekten tekrar verdi. Yüzümü ekşitmeden, ‘çarnaçar’ yedim.  Yengemize, “Ellerinize sağlık, çok güzel olmuş” dedim. Hanelerine, sofralarına bereket diledim. Öyle mutlu oldu ki, yüzüne bakan bunu görürdü. Yemek sonrasında, dışarı çıktığımızda arkadaşlar başıma üşüşüp “Nasıl yedin, hakikaten beğendin mi?” diye sordular. Ben ev sahibi yengemiz adına üzüntülüydüm. Kimse memnun olmamıştı. Arkadaşlarıma kızmıştım. Eğer ki basit, geçici doğrular gönül kıracaksa merhamet kazanmalıydı. Bir insanın kalbini kıracak bir şey söylemek, bir davranışta bulunmak, etine vereceğimiz zarardan daha fazlaydı. Et iyileşir ancak kalp iyileşmezdi. Dikkat etmeliydik. Arkadaşlarıma bunları söyleyince, öylesine üzülüp pişman oldular ki, görmeliydin. Film sahnesi gibiydi. Biri arabasına atlayıp kocaman bir çiçek yapıp getirdi. Mahcup çocuklar gibi yeniden kapıyı çaldık. Kapıyı arkadaşımız açtı. “Hayır olsun!” dedi. Yenge Hanımı istedik. Yengemiz geldi. Çiçek verildi. Yarı ağlamaklı, mahcup, yaramazlık yapmış çocuklarının haşarı bakışlarıyla tekrar içeri girdik. Doymadık, kalan yemeklerden varsa yiyebilir miyiz dedik. Yengemiz ağlıyordu. Biz de farklı değildik. Sonra, güle oynaya yedik, yedik, şükrettik. Evden ayrılırken sabah ezanları okunuyordu ve birbirimize bakışlarımızla dua ediyorduk. 

Hocam şöyle demişti: “Söyleyeceklerimi iyi dinle. Bilgini sırf kendin için kullanırsan hayatını mahvedersin. Çünkü ilim dünya bilgisidir, dünyadaki bütün insanların yararına kullanılmalıdır. Kalbin ne senindir, hatta ne de sevdiğinin. Kalbin bütün insanlığındır. Onun için, bütün insanlığı seveceksin, anlıyor musun?” Yaşadıkça anlıyorum, yaşadıkça. Ancak itiraf ediyorum Hocam, Dağlım için şunu ilave ediyorum: “Sensiz, kalbim boş kalır.”

F. Iraki “Parıltılar” kitabını şu cümlelerle bitirir:
“Nasıl olur da birbirimizden ayrı kalırız. Ben, sen aradan çıktık. Baki kalan Allah’tır.”

Beyaz gülün göbeğinde yeşil bir nokta vardır, işte o yeşil nokta gibisin Dağlım.

Allah esirgeyen ve bağışlayandır!

 

Bu başı sonu olmayan mektubumu yarın tamamlayayım nasip olursa.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi