Dünya, gözyaşı vadisidir
Dağlım, yazdığım, sustuğum…
İnsan, toprağın ve gökyüzünün sırlarıyla sırlanmış bir ruh taşıdığı için… Âleme kafa tutar, âlemi omuzlarında taşır, âleme sığmaz… Toprak da gökkubbe de göğsümüzdedir. İnsan, döner dolaşır, gider gelir, düşer kalkar, yorulur ve ancak kendi kalbi önünde soluklanır. Birbirimizin kanatlarının altına sığınan kuşlar gibi görünüyor olsak da ruhlarımız ancak özgürlüğünü elde ettiğinde kimliğine kavuşur. Bunun içindir ki, insan insana özgürlük olmalıdır. Özgür olmayan insanın yolu yol, sevdası sevda değildir. İnsanın tek özgürlüğü de duası ve kalbinde sakladıklarıdır.
Bir erkeği bir kadına bağlayan ihtiyaç değil şefkattir. Çok kuvvetli, çok büyük gibi görünen birçok aşk hemen her zaman saman alevinden farksızdır. Bunu da her gün görmekteyiz.
Aşk insanlarda, etin ötesinde, bir duygu derinliği ve sırrı arar ki bunu da ancak zamanla öğreniyor insan. Aşk, dış görünüşten ziyade insanın kendini ve insan olmanın sırrını arayışıdır. Hoşnutsuzluk uyandıracağını düşündüğümüz bir perçemin, elimizin bir hareketinin, sallapati yürüyüşümüzün, başımızı yana doğru çevirişimizin sevgilinin yüreğinde sıcak bir şefkat duygusu uyandırdığı da bilinen gerçeklerdir. İnsan, dünyayı yaşar, insanı sever. Dünya burada kalır, sevdiklerimizi gönlümüzde ahirete kadar taşırız. Aşk, gökyüzünden koparılmıştır.
Ah! Aşkın giderilemez bir susuzluk olduğunu, konuşmanın da aşkın en büyük düşmanı olduğunu nasıl anlatabilirim Dağlım. Anlatamam. Daha önce de söylemiştim: Gerek sözlerimiz ve gerekse yazdıklarımız dağı gösterir; dağın kendisi değildir.
Yanındayken, kendimle ve her şeyle barışık halimi özlüyorum. Biz buna, her şeyden ve dünyadan uzak, başlı başına bir mutluluk diyorduk. Gelirdin; yüreğimi titretirdin. Gelirdin; çiçeklerin, günahsızlığın, tertemiz bir dünyanın kokusunu getirirdin.
İnsana itimat veren, sarıp sarmalayan gözlerinin içine baktığımda sarsılırdım ve susardım.
Yanındayken, başka bir yerde olmayı özlemiyordum.
Bu duyguyu iki insanın da aynı anda yaşaması da sevmek oluyordu.
İşte böyle Dağlım, eskiden ikimizin yaşamında bulunmayan bir şey yaşamımıza girmişti.
Bunun adı neydi, kim ne söylüyordu, bunu da hiç konuşmadık.
Aramızdaki şeyin büyüklüğünü hiçbir sözcüğün anlatamayacağını biliyorduk.
Bizden önce on binlerce kişinin yaptığı şeyi biz de yaptık: Bir elmayı sırayla, ötekine daha çok kalsın diye az az ısırarak karşılıklı yedik. Mutluyduk ve gülümsüyorduk. O an ifade edemezdik ancak sanırım konuşabilseydik şunu söylerdik: Şükür düşer bize, birbirimize ve yaşıyor olmaya ve Rabbimizin verdiği nimetlere ve ahiret gününe ve kadere…
Bir insanın hepsi birbirinden gerçek birkaç çehresinin olduğunu, bunun çehreye değil de ona sevgiyle bakan gözlere bağlı olduğunu da seni severken öğrenmiştim.
Yitirdiği şey olmadan yaşayamayacağını zanneden ancak yine de yaşamak için elinden geleni yapacak bir insanın bakışlarıyla uğurlamıştın beni. Her ikimiz de, ayrılık için özel, güçlü birkaç söz söylemek isterdik ancak insanlar en önemli ve bir o kadar da hüzün yüklü anlarda söyleyecek bir şey bulamazlardı. Bizim de sözümüz yoktu, kalbim sana borçludur, demekten başka.
Gemiye binince insan gideceği yere varmış sayılır; yaşamak, ölüm adlı gemiye binmiş olmamızdır.
Mühim olan yaşamak için bir sebep, bir gaye bulabilmektir. Dünya, gözyaşı vadisidir.
Bizim adetlerimizde, misafire ziyaretinin sebebini sormak çok ayıp sayılır; kendisi kendiliğinden söylemediği takdirde. Her ikimiz de misafirdik, sormadık. Önce sevmiştik, sonra tamamlamıştık birbirimizi, sonra da susmuştuk.
Dağlım. Ölüm kapı komşumuz.
Sözler eksik, kelimeler kifayetsiz.
Yine de söylemek istiyor insan.
Seni sevdim, bu dünyaya ait en güzel hatıram da budur.
Gündüzü geceye, yaşayanı ölüme ulaştıran Allah’ım!
Bizlere Müslümanca yaşamaklar ve güzel ölümler nasip eyle!
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!