Hayatı Anlamanın Anlamı Nedir?
En baştan söyleyeyim. Yazı uzunca bir yazı. Ölmeyeceğine dair garantisi veya antlaşması olanlar okuyup vakit kaybetmesinler.
Gazetelerdeki köşe yazılarında gündeme ait hususlar üzerinde değerlendirme yapmak bu işin tabiatına ait bir durum. Ancak bazen gündemin dışına çıkmak veya sûni gündemlerin peşinde koşmak yerine, daha derin konularda düşünce arz etmek öyle inanıyorum ki köşeyi daha bereketli hale getiriyor. Zira çoğu zaman sûni gündemler, insanların algısını farklı noktalara kanalize etmek için bir araç olarak kullanılıyor. Gündemimiz çoğu zaman gıybet, dedikodu, iftira türü haberlerin bombardımanı altında kalabiliyor. Halbuki insanoğlu olarak dünya hayatında ne kadar kalacağımızı o gündem dediğimiz mefhumun kaç gün daha bize hitap edeceğini bilmiyoruz. Bu sürekli bombardıman şeklinde devam eden gündelik haberler, günü birlik değişen algılar bizi hayatı anlamaktan, anlamlandırmaktan ve hayatın değişmez gerçeği olan ölüm hadisesinden uzaklaştırabiliyor. Halbuki bir insanın hayatını doğru ve dolu dolu yaşaması için ya da hayatın gerçekliğini anlaması için ölüm dediğimiz mefhumu iyi anlaması gerekiyor.
Günümüzde modern insana öyle bir hayat algısı, öyle bir dünya hayatı anlayışı sunuluyor ki; bu sunulan hayat içerisinde asla ve asla ölüme yer yok. Hele hele ölüm ötesi bir dünya inancı/tahayyülü tamamen zihinlerimizden çıkarılmış durumda. Böyle olduğundan dolayı insanlar hiç ölmeyecekmiş gibi büyük bir hırsla dünyaya saldırıyorlar. Tabii dünyaya saldırmak tabiri, uzaylıların istilası şeklinde düşünülmemeli. Hepimiz bu dünyada yaşadığımızdan dolayı insanlar birbirini yemenin, birbirine tuzaklar kurmanın derdine düşmüş durumdalar. Başkalarının ölümü üzerine inşa edilmiş hayatlar olduğunu görmek, bir insan olarak vicdanlarımızı ciddi anlamda yaralaması gerekiyor. Başkalarının ölümü, kendi menfaatlerimizi temin etme, dünyayı kazanabilme adına bize o kadar da ağır bir insanlık suçu olarak bile görünmüyor. Özellikle kapitalizm tarafından dayatılan dünya anlayışında, daha fazla kazanma, daha üst makamlara sahip olma, daha büyük ünvanlar taşıma ve bunlara mümkün olduğu kadar en kısa ve en kestirme yoldan ulaşma anlayışı, insanın kendi ölümünü tamamen zihninden çıkarmasına, tamamen bütün gücünü, gayretini dünyaya ait o hedeflere harcamasına yol açıyor.
Hayat dediğimiz, içerisinde yaşamış olduğumuz zamanların, anların sayımından ibaret olan bu gerçeklik, yada yanılgı/rüya biyolojik olarak vücudumuzun bir takım fonksiyonları yerine getirmesi esasına göre tanzim edilmiş ve bizim irademiz dışında gerçekleşmekte olan bir mefhum. Bir erkek ve bir dişi varlığın -iki farklı cinsin- bir araya gelmesi ile başlayan bu süreç, bizim kontrolümüzde olmayan bir anda, ruhun, bu gelişmekte olan biyolojik varlığa entegrasyonu ile yeni bir varlığa dönüşüyor. Sürecin devamında doğum hadisesi ile farklı bir boyut kazanıyor. Artık o canlılık, nefes dediğimiz bir illete, sebebe bağlı bir hâle geliyor. Nefesin doğal işleyişinde devam edebilmesi adına kalbin vücuda ve nefesi sağlayan akciğerlere, kan pompalaması gerekiyor. Kalbin bu işlemi yapması için beynin, kalbe, doğru ve gerekli sinyalleri göndermesi gerekiyor. Yani terkibine hayat dediğimiz ve vücudumuzu bir anlamda araç olarak kullanan ruhun, vücutta kalma süresi ve kalması tamamen iğreti sebeplere bağlı bir durum. Bu sebeplerden bir tanesinin aksaması ya da işlevini kaybetmesi, ruhun araç olarak kullanmış olduğu beden ile ilişkisini bitirmesi ile sonuçlanıyor. Biz buna literatürde ölüm diyoruz.
"Bizim!" diye gördüğümüz hayatın ya da şöyle ifade etmek gerekirse; bütün hırsımızla üzerinde yaşamış olduğumuz bu dünyayı abâd etme, mamûr etme adına çılgınca harcadığımız bu hayatın yada tüketmiş olduğumuz o sebeplerden sadece birisi olan nefesin, aslında o kadar da güvenilen bir mefhum olmadığını da söyleyebiliriz. Nefes alıp verme hadisesi dünyayı kontrol etme çabasında olan insanın, aslında daha henüz kendi nefesini bile kontrol etmekten aciz bir varlık olduğunu göstermesi açısından çok ibret verici. İradi olarak (kendi irade ve kastımızla) nefesimizi en fazla 40-50 saniye, hadi egzersizlerle zorlamalarla vesaire 150-200 saniye tutabiliyoruz. Ki bu konuda dünya rekoru olarak 4,5 dakika gibi bir süreden bahsediliyor. Hiçbir insan kendi iradesiyle; "yarım saat, bir saat nefes almayayım, ciğerlerim de dinlensin" diyemiyor. Bunu diyemediği gibi hiçbir insan; "kalbine sürekli çalışıyorsun, çok yoruldun, biraz dinlen! Bir 15-20 dakika istirahat et!" de diyemiyor. Zaten beynimizin vücudumuzu kontrol etmesi tamamen bizim irademiz ve idaremiz dışında gerçekleşiyor. Hayatımızı devam ettiren, özellikle nefes alıp vermede ciğerlerimize dolup boşalan oksijen; o da bizim irademiz de ya da bizim kontrolümüz ile gerçekleşen, bizim icad/imal ettiğimiz maddi varlıklar değil. Hayatımızın devamı noktasında bedenin ihtiyaç duymuş olduğu su ve gıdalarla, vücudumuza giren vitamin, protein, karbonhidrat, mineral ve diğer maddelerin vücutta işlenip gerekli enerjiye dönüştürülmesi de yine bizim irademiz ve kontrolümüz dışında gerçekleşiyor. Vücudumuzdaki dolaşım, sindirim, boşaltım, solunum, sinir sistemleri tamamen bizim irademiz ve kontrolümüz dışında hareket ediyor. Biz kontrol edemediğimiz, sahip olamadığımız, emaneten bize verilmiş olan bir hayat yaşıyoruz. Bu açıdan bile düşündüğümüz zaman hayatın, hayat dediğimiz mefhumun ne kadar basit, ne kadar iğreti, gelip geçici ve birtakım sebeplere bağlı olan ve hiçbir noktasında dahlimiz olmayan bir süreç olduğunu gayet net görebiliriz. İşte bu sebeplerden bir tanesi bile gerçekleşmediği zaman, bedenin varlığı bir anlam ifade etmiyor. Diyelim ki; nefes verdik, alamadık, orada ruh o bedeni terk ediyor. Ciğerlerimizin sağlam olması, kalbimizin sağlam olması, beynimizin sağlam olması artık anlamsız hale geliyor. Ya da beynimizdeki, beyni besleyen, beynimize gerekli enerjiyi ulaştıran, damarlardaki çok küçük bir işlev kaybı, -kanın pıhtılaşması gibi- ölüme yani ruhun bedeni terk etmesine sebep olabiliyor. Buna tıp dilinde beyin kanaması deniliyor.
Biz kontrol edemediğimiz, işleyişinde irade sahibi olamadığımız, bir bedende; mahiyetini dahi bilemediğimiz bir ruhun o bedeni araç olarak kullanmasını kendi hayatımız zannediyoruz. Evet bu bizim hayatımız... Ancak bu hayatı değerli kılan ya da bu zannımızı sahiplenmemize sebep olan yegane gerçek, ruh-beden birlikteliğinden kaynaklanan bu sürecin, onurlu, izzetli bir şekilde yaşanması gerekiyor. Zira sadece biyolojik ihtiyaçları karşılamak insana itmi'nân yani mutmaîn olma, doygunluğa ulaşma duygusu vermiyor. Yahut, kapitalizmin dayatmış olduğu, daha fazla tüketme, insanı yeteri kadar, hatta belli bir seviyeden sonra hiç mutlu etmiyor. Seküler anlayış, belirli bir noktadan sonra artık bir işkence veya bir zulme dönüşüyor. Bu durumda insanoğlunun ruhunu doyurabilmesi adına, ruhunu itmi'nâna erdirmesi adına, bir amaç arayışının olması gerekiyor. Ruhun amaç arayışında belki de en önemli yol gösterici, kanaatimce ölümü düşünmek ve ölüm ötesini düşünmektir. Hayatı, insanca yaşayabilmek adına, hayatı, hayat dediğimiz o süreci bize verilmiş bir fırsat olarak görme, değerlendirme adına; ölüm gerçeğini, yani bir an (ecel) gelip ruhun bedeni terk edeceği gerçeğini, aklımızın bir köşesinde sürekli diri tutmamız gerekiyor. "Her şey zıddıyla bilinir veya zıttı ile anlamlı hale gelir" anlayışından hareketle düşünecek olursak, hayatı anlamlı kılan gerçek; makam, ünvan, sermaye değil bizzat ölümün kendisidir. Biyolojik sebepler normal düzeninde işlerken, -buna sağlık deniliyor- hiç kimse ölümü aklına getirmiyor. Ancak sağlığında bir bozulma olduğu zaman, yani bu iğreti sebeplerden bir tanesi aksamaya başladığı zaman, o zaman, ölüm düşüncesi kendisini hissettiriyor. Diğer bir ifadeyle sekülerizmin hayat diye dayatmış olduğu makam, ünvan, sermaye sahibi olmak ve bunların neticelerine ulaşmak, normal işleyişinde gittiği zaman, ölüm hiç mi hiç hatıra gelmiyor. Ne zaman ki bunlar da bir sarsıntı yada kayıp başladığı zaman insan geçici süreliğine de olsa ölümü hatırlayabiliyor. Ancak şunu unutmamak gerekiyor ki; her gün basılı ya da görsel medyanın, gündemin bir parçası olarak bize sunduğu, "başkalarının ölümü" artık gündemimizi yada maddi refah anlayışımızı değiştirecek kadar bile bizi etkilemiyor. Çünkü biz ölümü hep başkalarına yakıştırıyoruz. Kendimize ölümü asla yakıştıramıyoruz. Bize dayatılan hayat anlayışlarının, (sekülerizm, kapitalizm, materyalizm vb) etkisiyle ölümü bizden fersah fersah uzak görüyoruz. Neden ölüm bize uzak gösteriliyor? sorusuna cevap arayacak olursak; bunun çok basit bir cevabı var. Çünkü ölümü düşünen, öleceğini bilen, hayatın fâni olduğunun şuurunda olan insanı sömüremezsiniz, korkutamazsınız, yönlendiremezsiniz. Ölümün bilincinde ve şuurunda olmak insanı daha güçlü yapıyor. Öleceğinin idrakinde olmak, insanı daha bağımsız daha özgür yapıyor. Ölüm üzerine düşünmek beraberinde şunu da getiriyor: "Nasıl ki ben, hayata sahip değilsem, hayatı oluşturan ya da devam ettiren iğreti sebeplerin hiçbirine müdahelem yoksa, tamamı iradem dışında gerçekleşiyorsa ölüm de benim iradem ve isteğimle yada başka bir ölümlünün irade ve isteğiyle gerçekleşemez, gerçekleşmemeli... Öyleyse ölümden korkmama ya da hayat endişesi taşımama da gerek yok! Ölüm benim bilmediğim bir anda gelecekse, vukû bulacaksa, benim planlamadığım bir şekilde, bir yerde, bir zamanda gerçekleşecekse, öyle ise benim her zaman için bu gerçeği bilmem bunun şuurunda olarak yaşamam gerekiyor. Ben dayatılan bir hayat anlayışını değil, ölüme hazırlıklı ve ölüm geldiği zaman pişmanlık duymayacağım bir hayatı, hayat anlayışını, benimsemek ve o anlayışımı yaşamak istediğim de daha özgür olacağım." Tüketmek insanı köleleştirirken, hırs insanı köleleştirirken, hedefler insanı köleleştirirken; hayatın basitliği ve neticesinde ölüm olduğu gerçeği, insanı özgürleştiriyor.
Bütün insanlık, kendi özel sandalında, büyük bir şelaleye doğru hızla akan bir nehirde sürükleniyoruz. Sandalımızı suyun üstünde tutup, şelaleye kadar sağ salim ulaşmanın yollarını aramak yerine, kıyıdan nehre her uzanan daldan bir şeyler devşirip sandala yığmaya yada önden gidenlerin işin içyüzünün farkına varınca terk etmek zorunda kaldıkları bir takım lüzumsuz ağırlıkları, yükleri, yerine göre çöpleri, sandalımıza istiflemek suretiyle hem sandalın dengesini bozuyor hem de onu batıracak tehlikeli hareketler yapmaya devam ediyoruz. Her gün sandalımızda çok farklı üzüntüler, öfkeler, kinler, kıskançlıklar, düşmanlıklar, tamahkârlıklar, hasetler biriktiriyoruz. Makam, ünvan, sermaye sevgisi, beğenilme duygusu, gurur, kibir, enaniyet yığıyoruz. Sandal, ha battı ha batacak. Sandalı sağ salim şelaleye ulaştırmanın yolu sandaldaki bütün ağırlıkları nehre terketmekten geçiyor. Yani kısacası dostlar, dünyadaki açlığı, ölümleri, kan ve gözyaşını, savaşları, istilaları, kavgaları, durdurmanın yolu her bir bireyin kendi ölümünün farkına varmasından, kendi ölümünü düşünmesinden geçiyor. Ölüme hazır olun, zira ölüm hazır! Ve hepimiz ölmek için yaşıyoruz...