Hasan Amca –1-
Her zaman ki gibi sabah dükkânı açmış, kasada oturuyordum. Çok güzel bir güne uyanmıştı Araplar Mahallesi’nin sakinleri. Haziran bütün güzelliğiyle kapılardan pencerelerden evlere giriyor taze çiçek kokularıyla insanlara yaşama sevinci aşılıyordu. Her günkü işleri hallettikten sonra abonesi olduğum gazeteyi elime aldım. Adetim üzere ilk spor sayfasını açtım, yeni biten sezonun yorumlarıyla transfer haberleri vardı. Kültür sanat sayfasında güzel bir şiir gözüme çarptı:
Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi Küheylan, koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!
Necip Fazıl Kısakürek’in harika şiiri böyle başlıyordu, su içer gibi bütünce okudum, sonra bir daha, bir daha. Ardından pehlivanların tefrikalarının yer aldığı bölüme geçtim, her gün Adalı Halil’in, Kel Aliço’nun ve nice cihana dur demiş güreşçilerimizin destansı zaferlerini takip ediyordum. Artık sıra köşe yazılarına gelmişti. Tarık Buğra sağdı o zamanlar, Necip Fazıl gibi, Ahmet Kabaklı gibi... Ve daha nice güzel insanlar. Cümle cümle içime yeni haritalar çizen, gönlüme denizlerin, dağların muştusunu veren değerli kalemler, emsali olmayan yazarlar. Gazeteler sadece okunsun diye çıkıyor, reklamı, promosyonu ikinci planda düşünüyorlardı. Adetim üzere gazetenin ilk sayfasını en sona bırakır, oraya gelince de şöyle bir bakar geçerdim. Politikayı sevmiyor, siyasetçilerin birbirine ettikleri ağır sözlerden hazzetmiyordum. Ama ülkemin geleceği için tamamen de uzak kalmamak gerektiğini de biliyordum.
Bu arada birkaç müşteri geldi, onların ihtiyaçlarını tedarik ettim. Birkaç genç arkadaşla şakalaştık, işlerine gitmekte olan birkaç komşuyla selamlaştık. Gün bütün güzelliğiyle yaşanıyordu. Yaşlı kadınlar torunlarını almış kapılarının önüne çıkmışlar, çocuklar cıvıl cıvıl sesleriyle mahallenin kuşlarıyla birlikte insanlara neşe katıyorlardı. Böyle aydınlık günleri ayrı bir severdim. İçim kıpır kıpır olur, insanlarla sohbet etmek, onlarla şakalaşmak isterdim. Yaz avcunda çiçeklerle kapıda duruyordu.
Sabah güneşi dükkânın vitrininden taze bir gelin gibi süzülüyor, hem ilk yaz günlerine özgü havayı ılıtıyor hem de içeri getirdiği aydınlıkla, gönlüme yaşama sevinci veriyordu. Tam da o anda her zamanki neşesiyle kapıda göründü Hasan Amca. Selamdan sonra başladı her zamanki manisine; “Hasan Paşa / sen çok yaşa / vurdu taşa / taş yarıldı baştan başa.” “Buyur Hasan Amca buyur” diyerek neşesine katıldım hemen ve karşımda duran, o güneş ışığının üzerine vurduğu boş sandalyeyi gösterdim. Elindeki bastonu yanındaki yağ tenekesine dayayarak, bin bir zahmetle oturdu. “Yaşlandım artık be adaş” dedi. “Sen yaşlanmazsın amcam, senin gönlün her zaman genç” dedim. “Neyse beni bırakalım sen ne yapan böyle kendi başına?” diyerek lafı değiştirdi. “Ben kendi başıma kalmam biliyorsun Hasan Amcam” dedim. “Benim kitaplarım var, defterlerim var sen gelmeden önce de gazete okuyordum” dedim. Yüzündeki neşesi hiç eksik olmasa da son zamanlarda gücünde kuvvetinde gözle görünür bir gerileme vardı. Sessiz kalarak soluklanmasını, biraz kendine gelmesini bekledim.
Söze o başladı: “Şu güneş nasıl yeryüzünü aydınlatıyorsa, okumak da insanın ufkunu öyle aydınlatır adaş” dedi. “Okumak güzeldir, ama önce kendi inancını iyi öğrenmek gerekir. Hakikati özümsedikten sonra istediğini oku, onu süzgeçten geçirmeyi, içindeki çöpü, samanı ayırmayı bilmek gerekir” dedi ve devam etti. “Güneş günü aydınlatır, şu cam olmasa ışık içeri giremez, mekânı aydınlatamaz. İşte bu yüzden yapılara pencere konur ki gece ay ışığından, gündüz gün ışığından faydalanılabilsin. İnsan da içine kapanmamalı, kendine pencereler açmalı, kitap okumalı, hocanın vaazından, büyüklerin sohbetinden, hayatın akışından, içindeki peteklere polenler taşımalı ve onları bal eylemeli.” Sözünün tam burasında küçük kardeşim girdi kapıdan, elinde annemin demleyip gönderdiği çaydanlık vardı. Birer bardak çay döktü bize ve oyun oynamak için dışarı çıktı.
Hasan Amca çaydan bir yudum içtikten sonra devam etti konuşmasına: “Bilgiyi kullanmak da ayrı bir hüner ister tecrübe ister bir de lüzumsuz bilgiden uzak durmak gerekir” dedi ve yine devam etti: “İnsan her şeyi bilemez, Allah’ın nasip ettiği kadarını bilebiliriz ancak. Gayret güzeldir ama nasibin ülkesini fetih etmeden nimete ulaşılmaz.” Sanki sözlerini içtiği çayda demliyor, üzerine düşen gün ışığından süzerek söylüyordu. “Bak sana bir kıssa anlatayım da dinle” dedi.
Haftaya devam edecek. Sevgiyle kalın.