Dr. Ramazan Tuzla
Dr. Ramazan Tuzla Kılavuzu Montrö olanın…

Kılavuzu Montrö olanın…

Gerçek tarih ile yüzleşmek, yazılmış tarihten beslenen bir güruhun yapmayı isteyeceği en son şey olsa gerek.

Yaşananın değil, istenenin yazıldığı tarih kitapları da Millet olarak bizim talihsizliğimiz olsa gerek.

Hep dediğimizi yine diyelim:

1900-1988 yılları arasında milletimizin yaşadığı tarih ayrı tarih, devletimizin yaşadığı tarih ayrı tarih, bizim okuduğumuz tarih ise apayrı bir tarih…

Bu tarihlerin birleşmesi, tek resimde toplanması, tek isim ile aklanması gerekiyor.

Yoksa, biz birbirimizi kandırmaya, birileri de bayram etmeye devam edecek.

Sözün burasında bir vefa borcumuzu hatırlayalım.

Kadir Mısıroğlu ağabeye Allah rahmet eylesin.

Feto ve piçlerinin uydurduğu ‘meczup’ yaftası yüzünden, yeterince anlaşılamadan bu dünyadan göçtü.

Halbuki, yüz yıllık tarih notlarımızın uydurukluğuna itiraz eden tek kişilik ordu da Kadir Mısıroğlu idi; Feto şerefsizine 1990’lı yıllarda ‘kardinal ve papaz’ diyen de Kadir Mısıroğlu idi.

Uyduruk tarih cenahı da çok çalıştı, Fetonun piçleri de çok çalıştı ve maalesef Kadir Mısıroğlu ağabey gölgede kaldı. Kimin kazanacağına elbette Allah karar verecek, temiz bir tarih de olanları yazacaktır.

O tarihi okuyan evlatlarımız bizim gibi talihsiz olmasın, inşallah.

Gelelim başlığımıza…

Malumunuz, Montrö Sözleşmesi Türkiye gündemini epeyce meşgul etti ve etmeye de devam edeceğe benziyor.

Durumdan vazife çıkaranların sayısı, ‘siz de nereden çıktınız’ hayretliğini çoktan geçmiş durumda. Devlete ve hükümete çakma niyeti olanların, her köşeden çıkmaya hazırlandığı bir ahval var ülkemde.

Monşer eskileri bir köşeden, eskimiş amiraller başka bir köşeden, köşe yazarları her köşeden fırsat kollamakta. Fırsatını bulurlarsa, devleti kündeye getirecekler.

Bu ahval içinde bize lazım gelen; sağlam bir zihin, uykusuz bir göz, korkusuz bir kalp ve vazgeçilmiş bir baştır.

Var mı?

Var ki, Anadolu’dayız, var ki dimdik ayaktayız.

Montrö’ye gelemedik bir türlü.

Boğazlar bizim boğaz ama sözleşme İstanbul’da değil Montrö’de yapıldığı için yol uzak. Bizim suçumuz değil yani.

Neyse, geldik Montrö’ye…

Bir sözleşme düşünün…

Türk Devleti’nin yaralarını yeni sardığı zayıf bir döneminde, 1936 yılında boğazların tam hakimiyeti bize verilecek; bu sözleşme 20 yıllık olacak; sözleşmenin tarafları bu 20 yılın sonunda isterlerse sözleşmeyi bozabilecek; buna rağmen Türkiye de dahil sözleşmenin tarafı tek bir ülke bile bu zamana kadar sözleşmeden ayrılmayacak; bu sözleşme 1956 yılından bu yana Türk Devleti’nin lehine varlığını sürdürecek…

Nedense bu durum aklıma hakaret, zihnime küfür, boğazıma saplanmış bir ok gibi geliyor.

Sizce de garip değil mi?

Çocukları okutan öğretmenlerimiz arasında bile bu sözleşmeyi hiç okumayanların varlığı mevcut iken, Montrö masalının bizi uyutmak için bu zamana kadar kullanılmış olması ise garip değil, son derece doğaldır.

Sözleşmeyi okuyan, Türk Devleti’nin teşrifatçı konumuna düşürülmüş olduğunu görüverir hemen.   

Montrö masalının uyku sonrası bölümlerini günümüze kadar bu Millete anlatan çıkmadığı için, lambadaki cinler de dışarı çıkma gereği duymamıştı.

Bir şeyler oldu.

Ne oldu, bilmiyorum ama şu oldu galiba:

Türk Devleti, Montrö’nün hamisi, sözleşme metninin birinci nüshasının sahibi Fransa’ya aba altından dedi ki:

Boğazlar benim iç sularımdır.

Düne kadar yularını tuttuğunuz eşeklerin önünden samanları aldığımızı fark etmediniz galiba. Oyun bitti, torba doldu; saman bitti, ahır boşaldı.”

Özentisi Batı’ya olan eskimiş monşerler ve emir almış amiraller de lambadan çıkıverdiler.

Lambanın sahibine diyorlar ki: Dile benden ne dilersen… Ülkeyi mi karıştırayım, darbe çağrışımında mı bulunayım, gündemi meşgul edip zihinleri mi bulandırayım? Hangisini istersin?

Lambanın sahibi şimdilik sessiz.

Lambanın sahibi zannettiğimizin gerçek sahip olup olmadığını da tam olarak bilmiyoruz. Zaman gösterecek.

Anlayacağımız o ki; boğazlara ışık sanılan Montrö lambasının zihinleri iğfal eden kirli yakıtı bitmek üzere.

Işık diye sunulan, sahte parlaklığı gözleri kamaştıran Montrö lambasının cinleri bile dışarı çıkmak zorunda kaldıysa, yürüdüğümüz yol Mavi Vatan’a çıkacaktır ve ışığımız da ferasetimizdir.

Uykumuz masal ile değil, masadaki gayretimiz ile, sahadaki nöbetimiz ile gelmelidir. İşte o zaman, dünyanın en tatlı uykusu bizi bekliyor olacak.

Montrö’nün cebimizden çaldığı paralar, bizim tatlı uykumuz sırasında Kanal İstanbul ile kasaya geri dönecek. Montrö’ye sahip çıkanlar ile Kanal İstanbul’a karşı çıkanlar, boşuna aynı safta değiller.

Devlet adamlarına bir küçük sitem ile bitirelim.

Anlatmasını bilen olursa bu Millet dinler.

Kanal İstanbul’un önemini 9 yıldır anlatamayan dilinizi eşek arısı soksun emi!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Dr. Ramazan Tuzla Arşivi