Eleştirinin kaynağı ne?
Pandemi döneminde mecrasından çıkan ekonomik dengelere yönelik olarak özellikle son altı aydır yoğunlaşan eleştiriler herkesin malumu. Hayat standartları ve kazanımlarının tehlikeye girdiğini düşünenlerden bir kısmı seslerini yükseltiyorlar.
Ekonomik kaygılara dayanan sorunlar sadece kamuoyu yoklamalarına yansımakla kalmayıp, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere yetkililerin de kabul ettiği bir gerçeğe dönüştü. Çözüm olarak, toplumu teskin edecek açıklamalar, ekonomiyi istikrara kavuşturacak planlar ve programlar paylaşılıyor.
Buraya kadar her şey normal görünüyor. Demokratik sistemlerde toplum yönetim sorumluluğunu üstlenenlere taleplerini iletir, yöneticiler de bunlara karşı tedbir alırlar. Yöneticilerin sağlıklı karar vermeleri toplumdan gelen sağlıklı bilgi akışına bağlıdır.
Bunun için de medya ve iletişim kanalları büyük önem taşır. Bilgi tek taraflı olursa, yönetim ve toplum tek yanlı biçimde yönlendirilir.
Ekonomik sorunlara dönük olarak maalesef eleştirilerin sağlıklı kanallarla aktarıldığını söylemek mümkün değil. Sosyal medyada fatura paylaşan tipler daha çok ‘tuzu kuru’ kesimlerden. Sürekli ağlıyor, sürekli olarak yanlı ve yanlış ‘yönlendirme’ yapıyorlar.
Ekonomiye dair iyidir, kötüdür şeklinde bir görüş beyan etmemize gerek yok. Kendi şartlarını ve imkânlarını en iyi yine herkes kendisi biliyor. Ayrıca, birinin durumu diğerinden çok farklı. Kimsenin yaygara yapmasına, ortalığı karıştırmasına gerek yok.
Peki, Cumhurbaşkanı ve eşlerinin rahatsızlıklarından keyif alanlara ne dersiniz? Bunu yapanlardan birinin Türkiye Cumhuriyeti adına uluslararası müsabakalara katılıp, astronomik maaşlarla desteklenmiş olmasını nasıl yorumlamak gerekir?
Olayın sadece ekonomi kaynaklı olmadığı anlaşılıyor.
Bunlar ‘Beyaz Türk’ mü?
Tatlı su frengi mi?
Dertleri ne?
Elbette bir cevabımız var, ama bizde kalsın. Ekonominin yerle yeksan olmasını, tüm toplumun sıkıntıya düşmesini isteyebilecek kadar müptezellerin bulunması ülkemiz ve milletimiz için hayra alamet bir gelişme değil.
O nedenle tüm toplumun ve milletin zorluklar karşısında yekvücut olduğuna inanmıyorum. Hamaset yaparak, sürekli olarak herkesi yücelten, masumlaştıran ve tek tipleştiren ifadeleri doğru bulmam.
Öte yandan, ‘hain’ söylemine de sarılacak değilim. Lakin bu kadar ‘farklı’ bu kadar ‘bencil’ kişilerin toplumun içine ‘gizlenmelerinden’ kuşku duymak için yeterli sebebim var.
Toplumun ekseriyeti milletini ve devletini seviyor. Gerektiğinde hayatını bile feda etmekten kaçınmıyor. Fakat aynı topraklarda ve aynı bayrak altında olmasına rağmen, bir kısmında adı konulmamış, anlaşılamaz bir aymazlık ve millet düşmanlığı mevcut olduğunu da görmek lazım.
Bu ise çok incitici…
Şehit kanlarıyla sulanmış memleketimiz bunu hak etmiyor.
Binyıllardır dimdik ayakta kalan, içeriden-dışarıdan saldırılara rağmen birlik ve beraberliğini muhafaza edebilen bir millete bunun reva görülmesi anlaşılır gibi değil.
Toplum durup, düşünmeli: Kendisi adına kim konuşabilir, kim temsil edebilir? Tv ekranlarında milletin parasıyla boy göstererek toplumu ifsat edenler mi, yoksa kendi hassasiyetlerini temsil edenler mi?
Millet sözünü sandıkta söyler ama mümkün olsa da seçim dönemleri dışında da görüşlerini ifade edebilse. Yöneticilerin ve kamuoyunun buna ihtiyacı var.
Siyasetçi olsam topluma karışır, derinliklerine inerdim. Bunu yapmanın en kolay ve basit yolu toplumun nabzını tutabilen ve yönlendirebilen kanaat önderlerine ulaşmaktır. Sürekli görev yapan istişare mekanizmaları oluşturmaktır.
Çift taraflı bilgi akışına da imkân verebilecek olan bu sistem kendisini milleti temsil konumunda gören ahlaksızların defterini dürmek için bir ihtiyaçtır. İnadına daha fazla istişare, toplumla daha fazla hemhal olmak gerekiyor.
İçerideki çürükleri temizleyerek başlamak galiba en doğrusu: Dışarıdakilere hem fırsat veriyor hem de sufle yapıyorlar.
Sürüye kurt getiriyorlar.