Din Dünyaya Karışmasın mı?
Günümüzde toplumunda hakim olan din anlayışı maalesef laiklik zihni temeline oturtulmuş bir din anlayışıdır. Kabaca, "din işleri ile dünya işleri ayrı" alanlardır. Din dünyaya karışamaz/karışmamalıdır. Hayat felsefesini tamamen maddi çıkar menfaatler belirlemelidir. Ancak her hangi bir olumsuz durumda da suçlu, hayatın dışında bırakılmış din olmalıdır. Bu anlayış sahipleri çıkarlarına uymayan bir durum söz konusu olduğu, kendileri yada menfaatleri zarar gördüğü zaman, anında dini suçlamayı da adet haline getirmişlerdir.
Dini sadece kul ile tanrı arasında dikey bir dua ilişkisi olarak görmek isteyen zihniyet, özellikle İslam dininin ictimai ve ferdi hayatta; yani insanlar arası yatay ilişkilerde, hukukî ve ahlakî alanlarda söz konusu edilmesine tahammülleri yoktur. İnsanlar arası ilişkilerde islami ahlaktan bahsetmeye kalktığınızda hemen "din tanrı ile kul arasındadır kimse karışamaz!" gibi klişe bir söylemle dini dışlamak yazılı olmayan bir kanun maddesi gibi inad ve tassubla savunulmaktadır. Dolayısıyla bu anlayış dini sadece ibadethanelerin dört duvarı arasında gören ve birtakım folklorik görüntülerin ötesine geçmeyen, cenaze gibi olağanüstü durumlarda seramonik bir ritüel olarak görmek isteyen anlayışın vücut bulmuş hali, bir yansımasıdır. Halbuki din kelimesinin sadece terim anlamını yakından ilgilendiren sözlük anlamlarına bile baktığımız zaman ceza, karşılık, örf ve adet, hesap, hakimiyet, galibiyet, saltanat, mülkiyet, ibadet, millet, şeriat, itaat, hüküm gibi manaları barındırdığını görmekteyiz. İslam dini özeline geldiğimiz zaman da din dediğimizde; hayatın bütün alanlarında hukuki ve ahlaki ilkeler koymuş olan bu hukuki ve ahlaki ilkelerin hayata geçirilmesini dünyada yaşanmasını temin ve tesis eden uygulamaların bütünü olduğunu ifade edebiliriz. İslam dini sadece namaz, oruç, hacc, zekat, kurban gibi ibadetlerden veya kişi öldüğü zaman cenaze uygulamalarından ibaret değildir. İslam dinini benimsiyorsak kendimize şu soruyu da yöneltmemiz ve kendi hayatımızda cevabını aramamız gerekiyor. "İbadetler dışında İslam dininin hukuki ve ahlaki ilkeleri benim hayatımda ne kadar söz sahibi?" Bu soruyu sorduğumuz zaman bir mazeret mekanizması olarak şöyle bir psikolojik savunma anlayışı da karşımıza çıkabilir. "Hangi devirde yaşıyoruz, hangi devlette yaşıyoruz, şeriatla mı yönetilmiyoruz ki İslam'ın sosyal hayatla ilgili hukuki ve ahlaki ilkelerini uygulayabilirim?", "Şeriatla yönetilmediğimizden dolayı İslam'ın hukuki ilkelerini ve ahlaki ilkelerini yaşayamayız!" anlayışı tamamen bir savunma psikolojisidir.
Nefsimizin de hoşuna giden bu savunma psikolojisine karşı bizim bakış açımız için şu soruları da cevaplamamız gerekiyor. Kur'an-ı Kerim'de böyle bir tahsis(istisnai durum/özelleştirme) söz konusu mu? Yani, "İslam'ın sosyal hayatla ilgili ahlaki ilkeleri sadece şeriat devletinde yaşanabilir, bunun dışında şayet laiklikle yönetilirsiniz yada bireyler olarak çoğunluğun ve idarecilerin farklı bir dinden olduğu toplum içerisinde yaşarsanız bu ahlaki ilkelerden muafsınız sadece ibadet ile mükellefsiniz...!" diye bir hususileştirme ya da istisnai durum söz konusu mu? Elbette ki hayır. Mekke döneminin başında nazil olan Mutaffifîn Sûresi 1. Ayet-i kerime, acaba Müslümanları Mekke döneminde bağlayan bir ifade değil miydi? Allah Rasulü; "ölçüde tartıda eksiklik yapanların vay haline/yazıklar olsun!" ayeti kerimesini ilk Müslümanlar için: "Ey müslümanlar! Şimdi müşriklerin çoğunlukta olduğu bir topluluk içerisinde yaşıyorsunuz. Dolayısıyla bu ayet sizi bağlamıyor. Hele bir Medine'ye hicret edelim, müslümanlar olarak kendi devletimizi kuralım, daha sonra İslam'ın ticaret hukukunu oluşturalım, ondan sonra bu ayeti kerimeyi hayatınızda uygularsınız...!" şeklinde bir izahı, ifadesi veya ayetin anlaşılması noktasında yaşanması noktasında bir tahsisi söz konusu mudur? Ölçüde tartıda hile yapanların cezalandırılması hukukun alandır. Ancak ölçüde tartıda hile yapmayıp, hakkaniyetli ve adaletli davranmak ahlakın konusudur ve ahlak hukuktan üstündür. Ahlakın uygulanmadığı noktada hukuk devreye girer. İslam Dini, insanları ticaretten men eden, parayla iştigalden men eden, sadece din adamlarının yaşayabileceği, ruhbanlık hayatını, züht hayatını emreden bir din değildir. Bilakis İslam, hayatın içerisinde, hayatın gerçeklerinden birisi olan ticarete de, para ilişkilerine de hukuki ve ahlaki ilkeler koymuş olan ve bunların İslam'a inananlar tarafından yerine getirilmesi noktasında hem özendirici tavsiye edici hem de sakınadııcı bir takım tedbirleri de ayeti kerimeler de yada bu dinin Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (SAV)'in uygulamalarında görmekteyiz.
Faizin haram kılınması, faizli uygulamaların kaldırılması, karz-ı hasen dediğimiz karşılıksız yardımlaşma ve borç alışverişinin özendirilmesi, ihtikârım yasaklanması ve ticaretin kolaylaştırılması için selem akdi, istisna akdi, Bey' bil vefa, (vefa akti) vb... akitlerin düzenlenmesi İslam'ın ticari hayatta da yaşatılması gereken bir din olduğunun göstergesidir. Paranın kartel diyebileceğimiz belirli ellerde toplanmasının doğru olmadığının vurgulanması, zekat ve sadaka ile mali sınıflar arasında geçirgenlik ve dengenin inşa edilmeye çalışılması, İslam'ın ticaret maliye ve para konularında ki anlayışının da bir yansımasıdır. Fakat günümüze geldiğimiz zaman ekonomi konusunda yada para politikaları konusunda Müslümanların kendilerine özgü bir para politikası geliştir(e)memiş olması ve ticari ilişkilerinde sadece daha fazla kazanmaya endeksli, borç ilişkilerinde parayı artırmaya yada para üzerinden kazanç elde etmeye endeksli anlayışları, İslam'a uydurma çabası maalesef ortaya farklı bir kaotik toplum çıkarmaktadır.
Hz. peygamberin ismi anıldığında elini kalbine koyup salavat getiren kimselerin iş ticarete gelip faizli ilişkiler noktası ile karşı karşıya kaldıklarında Peygamberi hatırlarına bile getirmemeleri, hicret denildiği zaman "Taleal bedru Aleyna" mırıldanmaya başlayan kimselerin, Allah Rasûlünün hicretin hemen akabinde Medine'de mescidin inşası devam ederken Beni Sâide bölgesinde ki bir alanı tahsis edip, Medine'nin giriş çıkış yolu üzerinde Buthan vadisi'nde şehrin tamamına hizmet verebilecek ve Medine'de piyasaya hakim olan Yahudilerin tekelinden, üretici durumundaki Müslümanların mallarını kurtaracak bir pazar oluşturduğu akıllarına bile gelmiyorsa; o zaman ticareti, parayı, ekonomiyi, maliyeyi, din dışı bir alan olarak değerlendirmekten kaynaklanmaktadır.
Bugün toplumumuzdaki çarpık ilişkilerin veya İslam'ın yanlış temsil edilmesindeki en büyük problemlerin başında Müslümanların para ile imtihanı gelmektedir. Para, bugün dünya üzerindeki en büyük güç unsurlarından birisidir. Düşmanın silahıyla silahlanma prensibi noktasında Müslümanların paraya sahip olması yani Müslümanların da zengin olması bir gerekliliktir. Ancak dikkat edilmesi gereken husus paranın Müslümanlara sahip olmamasıdır. Paraya sahip olma yolunda İslam'ın ilkelerinin çiğnenmeden bu gücün elde edilmesi ve yine İslam'ın ilkeleri çiğnenmeden bu gücün doğru bir şekilde kontrol edilmesi gerekmektedir. Günümüz Müslümanları olarak para ile olan ilişkilerimizi dinin içerisinde bir alan olarak değerlendirmediğimiz müddetçe; paraya İslami ilkeler çerçevesinde sahip olmamız, ticareti, maliyeyi, ekonomiyi bir güç olarak kontrol edebilmemiz pekte mümkün gözükmemektedir. Bu noktada bizlerin ciddi anlamda gayret sarf etmesi ve dış dünya ile bağlantı noktalarımızdan belki de birincisi olan ticari, ekonomik ilişkilerde İslami ilkeler çerçevesinde tavır geliştirmeyi esas almamız gerekmektedir. Bunun içinde paylaşabilmek, kanaatkar olabilmek, hakkımız olmayana göz dikmemek, kendi şahsi çıkarlarımızı ve zenginliğimizi değil; Müslümanların, ümmetin, topyekün çıkarlarını ve zenginliğini hedeflemek gerekmektedir. Bunu sağlamak için de dünya üzerindeki her güç gibi ekonomik gücün paranın da dünyaya ait olduğunu ve dünyada kalacağını bilerek hareket etmek aynı zamanda bir kontrol mekanizması, kontrol görevi sağlayacaktır. Yoksa bir taraftan İslam birliğinden, ümmetten bahsedip diğer taraftan mali ekonomik ve ticari konularda laik bir zihniyetle, seküler bir anlayışla hareket ettiğimizden dolayı ortaya kaotik bir toplum görüntüsü çıkarmaktayız.
Ahilik teşkilatı, esnaf ve tüccar arasındaki ekonomik dayanışmayı sağlamakla beraber aynı zamanda ahlaki eğitimi, ahlaki üstünlüğü de sağlayan bir eğitim kurumu idi. Bugün ahiliğin rolünü bankalara kaptırmışsak, ahi kültürü yerine faiz kültürü belirleyici olmuşsa o zaman "zararın neresinden dönülürse kârdır" anlayışı çerçevesinde ipin ucunu kaybettiğimiz yere geri dönmek durumundayız. Yoksa yapılanlar havanda su dövmekten öteye gitmeyecektir. Dinsiz ticaret olmayacağı gibi ticaretsiz dinde olmaz.