Bir daha görüşecek miyiz?
Babamın yanaklarımda dolaşan ellerini öpüp, anlıma koydum usulca. O, “Köyde işim var, hemen dönmem gerek.” Deyince; başımı öne eğip, sessizce ağladım içimden. Bana söylediği; “Derslerine iyi çalış oğlum, sakın yüzümü kara çıkarma!” sözü o an bir çivi gibi saplandı beynime. Nereye gideceğimi bilmez bir halde yurt binasının önünde dolaşıp dururken kulağıma çalan, “Evladım!” hitabı ile irkildim. Uzun boylu bir adam el kol işaretiyle beni yanına çağırıyordu. Yanında benim yaşımda olduğunu tahmin ettiğim bir genç vardı. Ona beni işaret ederek; “İşte sana arkadaş, haydi tanışın bakalım.” Dedi. İlk elini uzatan ben oldum ve adım Mustafa diyerek kendimi takdim ettim. O da, “Benim adım Hakan” dedi çekingen bir tavırla. O tanışıklık bir nebze de olsa içimi rahatlatmıştı.
Yatılı okuduğumuz ortaokul yıllarında Hakan’la ayrılmaz bir ikili olmuştuk. Aynı ranzada altlı üstlü yatardık. Dolaplarımız yan yanaydı. Bir birimizin gömleğini giyer, bazen kravatlarımızı değiş tokuş ederdik. Birimizin harçlığı bitince diğerimizin harçlığını harcardık.
O yıllarda bizler gibi yediden yetmişe herkesin tek eğlence aracı sinemaydı. Özellikle hafta sonlarında gün boyu filmler izler, o da yetmezmiş gibi akşamları da sinemanın yolunu tutardık. Akşam sinemaya gitmek yasaktı. Bir akşam Hakanla sinemaya gittik. Sinemadan çıkıp yurda döndüğümüzde ranzamızdan yataklarımızın kaldırıldığını gördük. Kış günü olduğu için herkesin üstünde ikişer battaniye vardı. Bizim durumumuzu gören arkadaşlar üşümek pahasına battaniyelerinden birer adedini verdiler bize. Ertesi gün hocalarımızdan işittiğimiz azarın haddi hesabı yoktu.
Bir gün yazılı sınavda kopya çekeyim derken kopyayı kazara sıranın altına düşürdüm. Daha sonra yerdeki kopyayı hoca gördü. O dersten kalma ihtimalim olduğu için Hakan kendini feda ederek; “Hocam o kopya benim, ben düşürdüm.” Dedi.
Yurdumuzun etrafında birden bire mantar gibi biten inşaatlarda çalışarak bir miktar para biriktirdik. Ona da bir saz aldık. Sazın meraklısı çoktu. Saz elden ele gezerken aniden ortadan kayboldu. Şaştık, kaldık. Sazın çalındığı duyulunca hocamız bütün öğrencileri dolapları başına çağırdı. Saz, kendisinden hiç ummadığımız bir arkadaşımızın dolabında çıktı. Hakan; “Hocam o sazı Kemal’e ben verdim, bunu da kimseye söyleyemedim.” Diyerek onu ele vermedi.
Bir gün arkadaşlarla top oynuyorduk. Hakan yere düşüp bileğini kırdı. Beraber hastaneye gidip, kolunu alçıya aldırdık. Ona ben baktım. Yemeğini yedirip, ilaçlarını verdim. Bileği iyileşinceye kadar bir an olsun yanından ayrılmadım.
Çok istememize rağmen üniversiteyi aynı şehirde okumak nasip olmasa da, aramızdaki muhabbeti mektuplarla sürdürdük uzun bir süre. Dostluğumuz hep böyle devam edecek derken artık ne yüz yüze görüşür, ne de mektuplaşır olduk ne yazık ki! Hakan’la son konuşmamızda ona, bu neyin soğukluğu böyle, yakınımdan geçip gidiyorsun bir kez dahi uğramıyorsun diye sitem ettim. Bana; “İnşallah bir gün görüşeceğiz.” Dedi. Canın sağ olsun! Diyerek kapattım telefonun ahizesini. Şimdilerde o meşhur şarkıyı düşürmüyorum dilimden; “Unutulmuş birer birer, eski dostlar, eski dostlar.”
Esenlik dileklerimle.