Mehmet Toker
Mehmet Toker 15 Temmuz'u anlayabildik mi?

15 Temmuz'u anlayabildik mi?

Darbe, demokrasi ile yönetilen veya yönetildiğini zanneden toplumlarda askerlerin, silahlı veya zorba güçlerin, yönetime müdahelesini ifade eden kelime... Oligarşik yönetimlerde iç savaş, isyan, taht kavgası ve benzeri şekillerde cereyan eden hadise;  demokratik rejimlerde darbe olarak karşımıza çıkıyor.
Peki 15 Temmuz 2016 tarihinde ne oldu? 40 yıldır siyonizmin kontrolünde olanderin yapılar, istihbarat birimleri aracılığı ile ilmek ilmek örülmüş ve adım adım sahaya sürülmüş olan işbirlikçi bir yapılanmanın, halkın oyları ile hükümete gelmiş, Türkiye'deki meşru iktidarı alaşağı etme operasyonuydu.  Hatırlanacağı üzere İstanbul'da, Boğaz Köprüsünün kapatılması, havaalanı, TRT, Büyükşehir Belediyesi ve benzeri yerlerin bombalanması;  Ankara'da, Özel Harekat, Jandarma, Emniyet, Meclis, TRT ve benzeri stratejik öneme haiz yerlerin,  ordumuzun üniformasını giyen hainler tarafından işgal edilmesi, kendi jetlerimiz ve helikopterlerimiz marifetiyle bombalanması ve cumhurbaşkanı'nın hedef haline konulmasını kapsayan bir darbe gerçekleşti. Fakat gerçekleşen darbe, hedefine ulaşmadan Rabb'imizin inayeti, milletimizin cesaretiyle, kalbi iman dolu, vatan aşkı dolu askerimiz, polisimiz ve halkımızın şehadete olan özlemi neticesinde bastırıldı. 15 Temmuz, siyonist istihbarat örgütlerinin ilk ve tek başarısız darbe girişimi olarak dünya siyasetindeki ve tarihindeki yerini aldı.
 
 Bu yıl üçüncü seneyi devriyesini idrak edeceğiz derken; üzerinden geçen bu üç yıllık süre zarfında, 15 Temmuzla ilgili birtakım dezenformasyonların zihinlerde oluşmaya başladığını da hayretle görüyoruz. Kültür Bakanlığı'nın 15 Temmuz kutlaması çerçevesinde, darbeye alkış tutan, darbecilere yalakalık yapan, millete ve meşru iktidara kin kusan ve gayri meşru ilişkisi sonunda yediği dayakla gündeme gelen bir şarkıcıyla konser anlaşması yapması bir akıl tutulması ve gaflet olarak değerlendirilebilir. Zira salâ ile abad edilen 15 Temmuz gecesi, Sıla ile yâd edilemez, edilememelidir. Çünkü 15 Temmuz aynı zamanda bir turnusol kağıdıdır. Vatanı için can verecek olanlarla, ilk fırsatta vatanına ihanet edecekleri ayırt eden bir turnusol kağıdıdır. İşlenen cinayetin, planlanan ihanetin büyüklüğünü anlayıp "sadece vatan" diyerek meydana koşanlar ile ertesi gün kaygısına kapılarak bankamatiklere koşan ve makarna stoğu yapmaya çalışanların ayan beyan gün yüzüne çıkmış olduğu bir gecedir. Aynı aileden iki-üç şehit cenazesi çıktığı halde; "çocuklarım babasız da yaşar ama vatansız yaşanmaz" diyenlerle, ihaneti kutsayıp işgal girişiminin vehametini halkın gözünde basitleştirmek için "kontrollü darbedir", "tiyatrodur" diyenlerin ayrıldığı bir gündür. 15 Temmuz ruhunu şeytana satmış olanlarla, ruhunun her zerresinde vatanına, bayrağına, istiklal ve istikbaline olan aşkını yaşayan ve yaşatanların ayrıldığı gecedir 15 Temmuz. Bu ülkenin ekmeğini yiyip, suyunu içtiği halde bu ülkeden beslenip, bu ülkede palazlandığı halde yumurtayı siyonist işbirlikçilerin folluğuna yumurtlayanların ayan beyan gün yüzüne çıktığı gecedir.
 
15 Temmuz üzerinden geçen bu üç yıl da, 15 Temmuz'a giden süreci ve 15 Temmuz'dan sonraki süreçte insanlarımızın hâlâ büyük resminne kadarını görüyor veya tablonun tamamını göremiyor olmasının nedenini sorgulamamız, düşünmemiz gerekiyor.  Yüz yıl önce bayıltıp, komaya, bitkisel hayata soktukları, Osmanlı ruhunun yeniden kendine gelmesinden ve ayağa kalkmasından rahatsız olan güçlerin daha sistematik ve daha sinsi yollarla o savaşı sürdürdüklerini de görmemiz lazım. Ancak halkımızın bu noktada bir anlamda algı operasyonlarına yenik düştüğünü, beyazı-gri, griyi-siyah ve maalesef siyahı da beyaz olarak görür duruma geldiğine de şahit oluyoruz. Tabii 15 Temmuz'u bu ülkeye yaşatan hain terör örgütü ve ihanet şebekesinin kırk yıl boyunca nasıl eğitilip yetiştirildiğini, hangi usûl ve yöntemlerle hem ekonomik alanda, hem de sosyolojik alanda bir güç haline geldiğini/getirildiğini de iyi irdeleyip, bu ve benzeri yapıların yeniden ihanet senaryolarının içerisinde yer almaması için de tedbirlerimizi şimdiden almamız gerekiyor. 15 temmuza giden yolun ta 1960'lı, 70'li yıllarda Türkiye'de din eğitiminin yasaklanması veya yer altına indirilmesi ile başlayan süreç içerisinde doğduğunu ifade edebiliriz. 70'li yıllarda, Türkiye'deki kamplaşma ve kutuplaşmalar bunun yanı sıra yine din eğitiminin resmi veya meşru kanallarla halkın istediği, özlem duyduğu şekilde gerçekleştirilememesi; bunun legal görünümlü illegal, bizden görünümlü ama dışa bağımlı bir yapılaşma ile karşılanmaya çalışılmasından mütevellit bu oluşum, kendi varlığını yavaş yavaş ifade etmeye başlamıştır.  Merkez olarak uzun yıllar boyunca İzmir şehrinin seçilmiş olması, tabiri caizse yapılanmanın iskeletinin İzmir özelinde örgütlenmesi ciddi anlamda düşündürücüdür.  Bu yapılanma öğrenci evleri,  lise ve üniversite yurtları, akabinde eğitim sistemindeki yetersizliği fırsata çevirip dersane, özel okul, bunun yanı sıra dergicilik ve gazetecilik faaliyetleri, daha sonra televizyon, basın-yayın alanında kurmuş olduğu yayınevleri, derken bankalar, sigorta şirketleri, holdingler ile ekonomik sahada  ve algı yönetimi noktasında devasa bir güç haline getirilmiştir. Özellikle 90'lı yıllardaki Türkiye'deki istikrarsız siyasi yapı ve buna bağlı olarak bu örgütün öncelikle Rusya'nın dağılmasıyla ortaya çıkan siyasal otorite boşluğunu da fırsat bilerek önce Orta Asya Türkî Cumhuriyetlerinde, akabinde de Afrika ve dünyanın pek çok ülkesinde okullaşmaya gitmesi buzdağının görünen yüzü olarak karşımıza çıkmaktadır.  Ancak buzdağının görünmeyen yüzünü insanlar 17/25 Aralık ve 15 Temmuz hadiselerin de en net şekilde gördüler.  Örgütün hücre evlerinde, yurtlarında, dersanelerinde, okullarında, üniversitelerinde mankurtlaştırılarak birer örgüt elemanı haline getirilen şahıslar, askeriyeye, bürokrasiye ve devletin çeşitli kademelerine yerleştirilmek suretiyle, adeta bir kanser dokusunun bünyeyi sarması gibi tüm devleti sardığını gördük.  Bu kanserli yapının bünyeden sökülüp atılması icap ediyordu. Bir anlamda 16 Temmuz sabahında  bu ameliyat kararı alındı. Su altından suyun yüzüne çıkan buzdağının alt kısmı eritilmeye başlandı. Tabii kanserli hücrelerin temizlenmesi esnasında bu hücrelerin yapışmış olduğu bazı organlar, dokularda kısmen zarar gördü. O zarar zaman içerisinde giderilebilir. Ama kanser vücuda tekrar dönecek olursa Allah muhafaza ülkeyi kaybetme durumuyla karşı karşıya kalabiliriz.
 
 Şunu fark etmemiz gerekiyor ki soğuk savaş dönemi sonrasında ortaya çıkan konjonktürel ve  stratejik durum artık savaşın sivil yapılanmalar üzerinden ,     algı yönetimi denilen kitle imha silahı ile devam ettirilmesi gerektiği tezini uluslararası ilişkilerde sahaya indirdiğini görüyoruz. Görünüşte STK, cemaat, cemiyet, tarikat, dernek, vakıf, özel okul, hatta siyasi parti olarak görmüş olduğumuz yapılanmaların siyasal savaş halindeki toplumlara sokulan birer truva atları olduğunu fark etmemiz lazım. Zira Osmanlı'yı tarih sahnesinden silerek, bitkisel hayata, komaya sokan süreçte de bu argümanların kullanıldığını görüyoruz. Yasal parti görünümündeki İttihat ve Terakki cemiyeti'nin, sivil oluşum olarak kabul edilebilecek jöntürk hareketlerinin, önce Selanik'te açılıp daha sonra İstanbul'a taşınan Fevziye ve Terakki Mekteplerinin, amerikan ve Fransız okullarının, bunun yanısıra yayın hayatına başlayan bir takım gazetelerin sivil savaş unsurları olarak kullanıldığını artık şimdi daha net anlıyoruz.
 
Günümüzde de komadan, bitkisel hayattan çıkmak isteyen, yeniden ayağa kalkmak isteyen Osmanlı ruhuna karşı pek çok sivil görünümlü oluşumlarla, medya unsurları ile bu savaşın devam ettirilmekte olduğunu söyleyebiliriz. Yerlilik ve Millilik sadece ilk okullarda kutlanılan "yerli malları haftası" folklorizminden çıkarılıp zihin, düşünce, duruş seviyesine yükseltilmesi lazım.
 
Üzerinde yaşadığımız vatanımızın  jeostratejisi ve jeopolitiği, gafleti, ataleti kaldıracak, tolere edecek bir durumda değildir. Üretimden tüketime, kültürden sanata, düşünce dünyamızdan siyasal alana, dernek, vakıf, STK yapılanmasından eğitim müfredatına, ekonomiden sanayiye, savunma sanayiine, askeriyeden bürokrasiye, kısacası hayatın her alanında  yerli ve milli olmak zorundayız. Aksi takdirde;  27 Mayıs 1960 Darbesi, 22 Şubat 1962 Ayaklanması, 12 Mart, 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980 Darbesi, 28 Şubat 1997 Post Modern Darbesi, 27 Nisan 2007 E-Muhtırası,15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi... tarihlerine yenisi eklenmeye devam edecektir Allah muhafaza...!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mehmet Toker Arşivi