Zihnimizdeki Tilkiler, Gönlümüzdeki Aslanı Boğuyor mu?
Son dönemlerde zihin dünyası bulanık bir toplum haline geldik. Kimse nerede durduğunun, neyi, ne adına yaptığının farkında değil. Geçtiğimiz hafta Türkiye'de, yılbaşı için otuzyedi milyon civarında piyango bileti satıldı. Özellikle, İstanbul merkezinde iyi reklamı yapılmış bir gişenin önünde binlerce İstanbullu'nun kuyrukta beklediği görüntüler basına yansıdı. Diğer illerde insanımızın piyango bileti alırken besmele çekerek aldığı, satıcının da "hayırlı uğurlu olsun" dediği görüntüler yine basına yansıdı. Yine sosyal medyada piyango bileti alanların arasından, teheccüde kalkıp "ikramiye bana çıksın" diye dua edenler olduğu ve umrede olan yakınlarından, "piyango biletine ikramiye çıkması için Kabe'de dua etmesini isteyenler" olduğu türü haberler paylaşıldı. Bu sadece yılbaşına özel spesifik bir hadise olarak gözükse de bunun ötesinde, esasen toplum yapımızda nasıl bir zihin bulanıklığı olduğu, birçok vakada kendisini ortaya koyuyor.
Birkaç gün önce cuma mesajı atanların, birkaç gün sonra üzerinde "mutlu noeller" yazan resim veya görüntüleri yılbaşı mesajı olarak paylaştığına şahit oluyoruz. Bu zihin bulanıklığının halkımıza hangi oranlarda yansıdığının belli olması açısından net bir fotoğraf sunuyor. Sadece halkımızın dinin yasaklamış olduğu ekonomik konularda mı zihin bulanıklığı var, yoksa bunun ötesinde toplumun bütün kesimlerine sirayet etmiş ve insanlarımızın nerede duracağını kestirememesine sebep olan bir zihin bulanıklığı mı var? Bakıyoruz, özellikle toplumun tuzu mesabesindeki "İlahiyat Alemine"; hadisi inkar eden hadis profesörleri, Kur'an lafızlarına, peygamber sözü diyen tefsir profesörleri, Allah'ı yargılamaya, sorgulamaya kalkan kelam profesörleri olduğunu görüyoruz. İlahiyat Alemi dışındaki insanlarımız bundan pek te geri kalır değil. Komünist hayat felsefesine sahip olduğunu iddia eden Amerikan hayranı, Amerika'nın Türkiye'ye müdahale etmesini isteyen yazar-çizer, siyasetçi ve benzeri kimseleri görüyoruz. Sosyalist olduğunu iddia eden ama kapitalizmin ya da hedonizmin zirvesini yaşayanları görüyoruz. Konuşmaya gelince birkaç tane diploma sahibi olduğunu ifade eden, ancak müktesebat açısından boş olan kimseler olduğunu görüyoruz. Bir taraftan feminist söylemlerle ortalıklarda dolaşıp, ancak eşine, kız arkadaşına ya da metresine şiddet uygulayan tipler olduğunu görüyoruz. Yine bir taraftan vatansever olduğunu iddia eden ama diğer taraftan bütün vatan hainleri ile kol kola, omuz omuza gezen, bütün terör yapıları ile iç içe olan, hatta ve hatta onların görüş ve fikirlerini savunan kimseler olduğunu görüyoruz.
Peki, ne oldu da böyle bir toplum haline geldik? Bu üzerinde durulup düşünülmesi gereken çok ciddi bir konu. Özellikle gençlerimizde hayatı verimli kullanma, diğer bir tabirle dolu dolu yaşama anlayışı, maalesef giderek zayıfladı. Hayatı yaşamak dediğimiz zaman, kuru bir hedonizm-hazcılık, şişkin bir egoizm-enaniyet çerçevesine sığdırılmış bir hayat anlayışı olduğunu görüyoruz. Tarihini bilmeyen, edebiyatından habersiz, dış dünya umurunda olmayan, millet, din, ümmet vb. kavramlara yabancı, gelecek adına kaygısı bulunmayan (ekonomik kaygıyı kasdetmiyorum), günübirlik yaşayan ve zaman tüketmeyi yaşamak zanneden bir gençler topluluğu ile karşı karşıyayız. Onun için bu keşmekeş sağlıklı bir toplum oluşturmamızında önüne geçiyor.
Peki, ne oldu da böyle bir toplum haline geldik? Bu üzerinde durulup düşünülmesi gereken çok ciddi bir konu. Özellikle gençlerimizde hayatı verimli kullanma, diğer bir tabirle dolu dolu yaşama anlayışı, maalesef giderek zayıfladı. Hayatı yaşamak dediğimiz zaman, kuru bir hedonizm-hazcılık, şişkin bir egoizm-enaniyet çerçevesine sığdırılmış bir hayat anlayışı olduğunu görüyoruz. Tarihini bilmeyen, edebiyatından habersiz, dış dünya umurunda olmayan, millet, din, ümmet vb. kavramlara yabancı, gelecek adına kaygısı bulunmayan (ekonomik kaygıyı kasdetmiyorum), günübirlik yaşayan ve zaman tüketmeyi yaşamak zanneden bir gençler topluluğu ile karşı karşıyayız. Onun için bu keşmekeş sağlıklı bir toplum oluşturmamızında önüne geçiyor.
Geçtiğimiz yıl, Konya'da, Mevlana Kültür Merkezi'nde düzenlenen kitap fuarına, eski başbakanlardan Ahmet Davutoğlu Bey, bir konferansla katkıda bulunmuştu. Konferansında salonu dolduran gençlere hitaben "değerli gençler, makam, ünvan ve sermaye sahibi olmadan önce müktesebat sahibi olun. Müktesebat sahibi olmadan, makam, ünvan ve sermaye sahibi olursanız ya o makamın, ünvanın veya sermayenin altında ezilirsiniz ya da o makam, ünvan ve sermayeyi kullanarak diğer insanları ezer, zulmedersiniz. Her iki durum da toplum hayatı açısından tehlikeli bir durumdur." demişti. İşte bugün, zihin dünyamızdaki keşmekeşin temel sebeplerinden en başta olanının, artık toplumda müktesebat sahibi olmayan insanların rahatlıkla makam, ünvan ve sermaye sahibi olması yatıyor.
Devlet aklı ile toplum aklını birbirine karıştırmamak gerekiyor. Devlet aklı, toplumun temel menfaatlerini gözeterek, dış politikada, iç politikada birtakım düşünceler/icraatlar üretmeye çalışıyor. Ancak toplum aklı, devlet aklına uyum göstermediği ya da uygun olmadığı zaman ikilem ve çelişki başlıyor. Toplumda, devlet aklının ortaya koymuş olduğu düşünceyi uygulayacak müktesebat sahibi kişiler olmadığı zaman, kaos, kargaşa kaçınılmaz bir netice olarak karşımıza çıkıyor. Zaman zaman farklı platformlarda ki konuşmalarımda, 28 Şubat'ın devlet aklına göre bittiğini ama toplum üzerindeki artçılarının hâlâ devam etmekte olduğunu ifade ettim ve ediyorum. Zira jeologların veya deprem uzmanlarının söyledikleri şu ki; "depremlerde, depremden daha ziyade artçı sarsıntılar yıkıcı olur." İşte bugün hala 28 Şubat'ın artçı sarsıntıları toplum üzerinde yıkıma devam ediyor.
Devlet aklı ile toplum aklını birbirine karıştırmamak gerekiyor. Devlet aklı, toplumun temel menfaatlerini gözeterek, dış politikada, iç politikada birtakım düşünceler/icraatlar üretmeye çalışıyor. Ancak toplum aklı, devlet aklına uyum göstermediği ya da uygun olmadığı zaman ikilem ve çelişki başlıyor. Toplumda, devlet aklının ortaya koymuş olduğu düşünceyi uygulayacak müktesebat sahibi kişiler olmadığı zaman, kaos, kargaşa kaçınılmaz bir netice olarak karşımıza çıkıyor. Zaman zaman farklı platformlarda ki konuşmalarımda, 28 Şubat'ın devlet aklına göre bittiğini ama toplum üzerindeki artçılarının hâlâ devam etmekte olduğunu ifade ettim ve ediyorum. Zira jeologların veya deprem uzmanlarının söyledikleri şu ki; "depremlerde, depremden daha ziyade artçı sarsıntılar yıkıcı olur." İşte bugün hala 28 Şubat'ın artçı sarsıntıları toplum üzerinde yıkıma devam ediyor.
Yazımın baş kısmında, toplumun tuzu mesafesindeki ilahiyatçıların bu zihinsel keşmekeşi en fazla yaşayan kimseler olduğunu ifade etmiştim. Devlet aklı, bütün ortaöğretim kurumlarında Kur'an-ı Kerim dersini ve Siyer-i Nebi dersini seçmeli ders haline getirdi. İmam Hatip liselerinin sayısı arttı. İlahiyat fakültelerinin sayısı arttı. Ancak toplum aklı, devlet aklının bu düşüncesine müktesebat olarak yeterli olmadığından dolayı; Arapça dersine girmekten korkan ve girmeyen meslek dersleri hocaları imam hatip liselerinde görev yapıyor. İlahiyat mezunu meslek dersleri öğretmeni, arapça dersine girmediği için Arap Dili ve Edebiyatı mezunu mini etekli, dekolte kıyafetli öğrertmenimiz, Kur'an ayetlerinin Türkçe çözümlemesini yaparak Arapça öğretiyor. Seçmeli Kur'an-ı Kerim dersine girmekten aciz olan din kültürü öğretmenleri, ortaöğretim kurumlarında görev yapıyor. Kur'an-ı Kerim dersine üniversitede okurken A, B veya C cemaatinde kalmış dindar diye bilinen Beden Eğitimi öğretmeni Sosyal Bilgiler öğretmeni giriyor. Siyer-i Nebi dersine dekolte kıyafetleri ile felsefe mezunu hanım öğretmenlerin girdiğine şahit oluyoruz. Ya da tesettürsüz meslek dersleri öğretmenleri veya din kültürü öğretmenleri, ortaöğretim kurumlarında, Din Kültürü dersinde setr-i avret konusunu anlatıyor. Sadece kendi tez konusunu bilen!, isminin önüne farklı ünvanlar almış hocaların! ilahiyat fakültelerinde derse girdiklerine şahit oluyoruz. Yine, Dini Yüksek İhtisas Merkezine gelinceye kadar, hiçbir örgün eğitim kurumunda okumadan, hiçbir hocanın önünde diz çökmeden, dışarıdan sınavlar vermek suretiyle diploma alan müftülerin, artık bugün ilçelerde görev yaptığına şahit oluyoruz. Kendisini yetiştirmiş istisna olan öğretmenlerimize, akademisyenlerimize ve müftü, vaiz, diğer ünvanlardaki hocalarımıza sözümüz yok. -Zaten yakında onlar azınlık durumuna düşecekler.-
Müktesebat sahibi olunmadan, makamlar ve ünvanlar alındığı için, tuz mesabesindeki ilahiyatçıların zihni karışık olduğu zaman, zihni kaos ve keşmekeş içerisinde bulunduğu zaman, balık mesâbesinde olan toplum kokuşmaya başlıyor ve daha büyük bir kaos ve keşmekeşin içerisine sürükleniyor. Şöyle düşünülebilir; neden ilahiyatçılara yüklendim; diğer sosyal bilimcilerin, zihin karışıklığı veya müktesebat sahibi olmadan ünvan, makam sahibi olanları yok mu diye. Bu konuda bir atasözümüzü de hatırlatmak isterim. "İğneyi kendine, çuvaldızı ele batır." Çuvaldızı başkasına batırmadan önce iğneyi kendimize batırmamız gerekiyor. Gerekiyor ki o iğne bizim canımızı acıtsın, bizi gaflet uykusundan uyandırsın ve nerede yanlışlar yaptığımızın farkına varabilelim.
Müktesebat sahibi olunmadan, makamlar ve ünvanlar alındığı için, tuz mesabesindeki ilahiyatçıların zihni karışık olduğu zaman, zihni kaos ve keşmekeş içerisinde bulunduğu zaman, balık mesâbesinde olan toplum kokuşmaya başlıyor ve daha büyük bir kaos ve keşmekeşin içerisine sürükleniyor. Şöyle düşünülebilir; neden ilahiyatçılara yüklendim; diğer sosyal bilimcilerin, zihin karışıklığı veya müktesebat sahibi olmadan ünvan, makam sahibi olanları yok mu diye. Bu konuda bir atasözümüzü de hatırlatmak isterim. "İğneyi kendine, çuvaldızı ele batır." Çuvaldızı başkasına batırmadan önce iğneyi kendimize batırmamız gerekiyor. Gerekiyor ki o iğne bizim canımızı acıtsın, bizi gaflet uykusundan uyandırsın ve nerede yanlışlar yaptığımızın farkına varabilelim.
Farkına varmadığımız zaman bir takım kimseleri tartışmaya, konuşmaya devam ederiz. Enerjimizi kişilerle uğraşmakla tüketiriz. Halbuki modern dünyada artık bizim vakit kaybetmekten çok, hedef odaklı çalışmamız ve düşünce dünyamızı netleştirmemiz gerekiyor. Bugün tarihselci düşünce ya da modernist düşünce ilahiyat camiasında ciddi bir kafa karışıklığına sebep oluyor. Kendi temel kaynaklarımız bilinmeden bundan bin yıl önce konuşulmuş, tartışılmış reddedilmiş şâz görüşler, tarihselci zihniyetin akımına kapılmış birtakım kişiler tarafından mal bulmuş mağribi açgözlülüğü ile piyasaya sunuluyor. Zihni zaten karışık olan toplum, bu şâz fikirlerle, bu görüşlerle bir kez daha karışıyor veya zihin dünyası sarsılıyor. Bu anlayışın kimseye bir faydası yok. Yapılması gereken tuzu kokutmama adına devlet aklının ortaya koymuş olduğu hedefleri/düşünceleri hayata geçirebilme adına müktesebat sahibi insanlar yetiştirmektir. Bu yorucu bir süreç. Ama tarihi misyonumuz, yorulmadan bu süreci gerçekleştirecek fedakar kimseleri bekliyor. Müktesebat sahibi olmak donanmaktan geçiyor. Donanmakta okumaktan, araştırmaktan, insanın kendisini yetiştirmesinden geçiyor. Bu yolun başlangıcı ise evimizdeki kütüphanelerin değerinin, evimizdeki televizyonların ederinden daha fazla olması, kütüphanelerimizde geçirdiğimiz zamanın, ekran karşısında geçirdiğimiz zamandan daha fazla olmasından geçiyor.
Yoksa bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya kalkarsak, her türlü cereyana açık korunaksız bir yaprak durumuna düşeriz ki; her esen rüzgar istediği tarafa bizleri savurabilir. Toplumda hangi makamda olursak olalım, hangi ünvana sahip olursak olalım ya da sermaye sahibi bile olsak, her şeyden önce müktesebat sahibi olmak gerekiyor ki zihin dünyamızdaki kaos ve keşmekeş son bulsun. Yoksa bu cadde çıkmaz sokak... Topluca yürüyelim derken, kargaşa da birbirimizi ederiz, izdiham çıkarır, birbirimizi çiğneriz de haberimiz olmaz ama faturası ağır olur. Gelin toplum aklını, devlet aklının hedef koyduğu seviyeye çıkarmak için elimizi, gövdemizi taşın altına koyalım. Yoksa o taş yarın bir gün başımıza düşer ve iş işten geçmiş olur. Sözüm, aklı betonlaşmış, taşa tapan, nato mermer-nato kafalılara değil. Anlayana...
Yoksa bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya kalkarsak, her türlü cereyana açık korunaksız bir yaprak durumuna düşeriz ki; her esen rüzgar istediği tarafa bizleri savurabilir. Toplumda hangi makamda olursak olalım, hangi ünvana sahip olursak olalım ya da sermaye sahibi bile olsak, her şeyden önce müktesebat sahibi olmak gerekiyor ki zihin dünyamızdaki kaos ve keşmekeş son bulsun. Yoksa bu cadde çıkmaz sokak... Topluca yürüyelim derken, kargaşa da birbirimizi ederiz, izdiham çıkarır, birbirimizi çiğneriz de haberimiz olmaz ama faturası ağır olur. Gelin toplum aklını, devlet aklının hedef koyduğu seviyeye çıkarmak için elimizi, gövdemizi taşın altına koyalım. Yoksa o taş yarın bir gün başımıza düşer ve iş işten geçmiş olur. Sözüm, aklı betonlaşmış, taşa tapan, nato mermer-nato kafalılara değil. Anlayana...