YÖNETİMDE LİYAKAT
Kamu yönetiminde liyakat ilkesinin kullanılır olmasının yaklaşık yüz yıllık temeli var. Daha önceki dönemde herhangi objektif bir kriter olmadan ve işe alma ilkeleri açıkça beyan edilmeden alımlar yapılır, görevlendirmelere gidilirdi.
Yönetimde keyfilik anlamına geldiği için toplumun taleplerini bu şekilde uygulamaya koymanın mümkün olmadığı kanaati ağırlık kazanınca liyakat ilkesine yönelmek gerekti. Kriter uygulamaya konulalı beri de kayda değer bir itiraz da olmadı.
Kısaca ‘işi en layık olana verme’ anlamına gelmesi nedeniyle kimin layık olduğu sorusuna ağırlık vermek gerekti. Gene burada objektif kriter sorunu gündeme geliyor. Düşünülen en sağlıklı yol herkese açık rekabetçi bir sınav ortamı oluşturmak. Kimsenin kaşına, gözüne, boyuna ve posuna bakarak karar veremezsiniz.
O gün bu gündür yapılan sınavlarla işe eleman alma, işe alınanlar arasında da ya sınavla ya da sınav yerine geçebilecek bir değerlendirme sistemiyle görevde yükseltilmesi yapılmaktadır.
Bugünlerde gündeme gelen KPSS skandalı nedeniyle bu gelişmeleri hatırladım. Birileri liyakat sistemini tersyüz edecek, haksızlığı teşvik edecek bir uygulamayla işe alma ve yükseltme sistemini zehirleme boyutuna gelmişler. Geçtiğimiz günlerde ÖSYM’de çalışan kişiler hakkında yeni tutuklama kararları verildi. Haksızlık er veya geç ortaya çıkıyor. Mahkeme karşısında hesap verecekler.
Ayrıca, bürokrasideki atamalarda da aynı kriteri aramak durumunda olduğumuzu ifade etmemiz gerekiyor. Sadece ilk işe alma aşamasında değil, ilerleyen dönemlerde ve yükseltilme aşamasında da karşımıza çıkıyor liyakat.
Bu anlamda karar verme süreçleri objektif ve denetlenebilir olmayan işe alma yöntemini uygulamaya koyabilen kurumlarda tarafsızlık tarafgirliğe, adalet haksızlığa kayabiliyor. Sözgelimi bir belediyede ve henüz objektif kriterler uygulanmadan işe alınan bir kurumda Allah’ın ‘yürü ya kulum’ diyerek himmet ettiği biri pekâlâ akla-hayale gelmeyecek mevkilere kadar ulaşabiliyor. Bu kişi karar verme sisteminin tam merkezinde yer alabilir.
Belediyeler bugün çok katı bir denetime tabi. Keyfi bir şekilde işe alma imkanı bulunmuyor. Adaylar ya KPSS sınavında belli bir puanı alacak ya da başkaca objektif kıstasları karşılayacak. Lakin geçmişte öyle değildi.
Üniversitelerde de objektif kriter olmadan işe alma mümkün değil. 2006 yılından itibaren öğretim elemanı kadrolarına atanacak şahısların mutlaka dil, not ortalaması ve ALES puanı gibi asgari şartları taşıması isteniyor. Önceki dönemde var olan keyfilik bugün artık bulunmuyor.
İnsanlar hak etmedikleri mevkilere kadar yükseldikleri zaman yani artık başka yükselebilecekleri bir mevki kalmadığı durumlarda kerameti kendinden bilmeye başlıyorlar. O makamı, mevkii hak ettiğini, hatta daha da yukarlarda gözü olduğunu düşünmeye başlıyor.
Karar vericiler buna mutlaka dikkat etmek durumdadırlar. Etraflarında taşıdıkları insanlar acaba bu görevin ağırlığını taşıyabilecek kalibrede mi diye. Belki bu sayede KPSS’de yolsuzluk yaptığı için oraya kadar yükselebilenler de tespit edilebilir!
Geçtiğimiz aylarda gene kamuoyuna yansıyan TÜBİTAK’ta atama skandalını henüz unutmadık. Adam sahte diploma ile daire başkanlığına kadar yükselmiş. Olacak şey değil doğrusu.
KPSS sınavında yapılan haksızlık sayesinde kimlerin nereye kadar yükseldiğini bilemiyoruz. Kamu makamları işgal edildiği ve kullanılan yetkiler kamu yetkileri olduğu için toplum olarak mesele hakkında duyarlı olmamız son derece normal.
Yetersiz insanlar karar verirken, yetersiz kararlar verebiliyorlar.
Liyakat hem dinimize hem de örfümüze uygun. ‘İşin ehline verilmediği’ durumlarda haksızlığın boyutlarının nerelere kadar gidebileceğini tahmin etmek gerçekten çok zor.
Bu nedenle hak etmeyene hak etmediği mevkiler verilmezse adalet sağlanmış olur.