İbrahim Çolak
İbrahim Çolak Yalnız değiliz -7-

Yalnız değiliz -7-

Askere, Kütahya Hava Er Eğitim Tugayına, çavuş talimgâhına gitmiştim. Temmuz ayının başlarıydı. Ramazan bayramına bir hafta vardı. Bizimle beraber gelen Ali abi, adresimi, aileme ve arkadaşlarıma ulaştırdığı için on gün geçmeden, gelen ilk mektup destesi, bölüğün önünde dağıtılırken bana üç mektup gelmiş, ceza olarak da otuz şınav çekmiştim. Bir ay kadar sonraydı. Belki birkaç dağıtım bir seferde yapıldığından belki de gerçeğin kendisi, yine bir mektup dağıtımda tam sekiz mektubum gelmişti. Hiç mektubu gelmeyenlerle göz göze gelmemek için başımı yerden kaldırmıyor ancak kendi başıma kalıp mektuplarımı okumak için de acaip sabırsızlanıyordum. Mektupları dağıtan çavuşumuz, isim falan sormadan, ayrıntıya girmeden, direkt, o çok mektubu gelen öne çıksın dedi. Mektuplar, parkamın, kalbimin üzerindeki cebinde, başım olabildiğince önde, öne doğru çıkıp selam verdim. Aramızda beş metre kadar bir mesafe vardı. Eli ve diliyle yakınıma gel dedi. Bir adım kadar önüne giderek yeniden selam verdim. “Bir insana nasıl bu kadar mektup gelir lan!” diye sordu. Sesi kısık ve titriyordu. Usulünce cevap vermeye çalıştım. Hissim o ki, o gün çavuşumuza mektup gelmemişti. Belki de uzun süredir mektupsuz kalmıştı. Belki de yavuklusu yoktu. Hepsi mümkündü. “Sen yazıyor musun” diye sordu. Ben, bana gelen mektubun iki katını yazıyordum. Dokuz kardeştik. Her seferinde anneme, Serpil ablama, bir küçüğüm Abdullah’a ve dostum Metin’e muhakkak yazıyordum. Her postada da, bu adını saydıklarımın bir ikisinden muhakkak mektubum geliyordu. Bir de “kalın kafalıma” yazıyor, “kalın kafalımdan” mektuplar alıyordum.  Çavuş sordukça soruyor, ben de usulcacık, mahcup bir sesle cevaplıyordum. Asıl söylememi istediği, tahmin ettiği ancak benden duymak istediğini söylemiyor, söyleyemiyordum. Sorgu sual bitmişti ancak çavuş yerime geçmemi söylememişti. Öylece bekliyordum. Bir -iki dakika kadar bekledim. Çavuşumuz ne düşündü, ne hissetti bilmiyorum. Kendini mi, kendine mektup göndermeyenleri mi… Beni mi cezalandırdığı pek belli olmayan çatallaşan sesini yükselterek “seksen şınav” demiş ve ilave etmişti; “dua et, ben mektup dağıtırken sana mektup gelmesin, bundan sonra her mektuba on şınav çektireceğim sana.” O gün, dura dinlene, kan ter içinde o seksen şınavı çekmiş, o şınavları çekerken içimden çavuşa sövmüş, yine içimden “daha çok yazacağım” demiştim. Çavuş talimgâhından ayrılana kadar da kendime verdiğim sözümü tuttum.

Bunca şeyi niye anlattım dersen; geçenlerde postacımıza bu yaşadığımı anlatmıştım. Dün sabah kapıda karşılaştık. Selamlaştık. Elinde iki mektubum vardı. Gülümsüyordu. “Abi” dedi, “asker iken şınav çekmişsin ya şimdi de ödül almalısın. Onlarca eve uğrayıp bir şeyler bıraktım ancak içlerinde tek bir mektup yoktu.”

Beylik ve hatta ezberlenmiş ifade olsa da çok doğru; hız çağı -canımıza da minnet zaten- elimizden mektubu, gönlümüzden özlemeyi, ruhumuzdan şükretmeyi ve sabrı alıp götürdü. Bizler de üzülmedik, yas tutmadık!

İlk gençlik çağındakilere yakışabilir, gençlere müsamaha gösterilebilir, hatta belki otuzlu yaşlarda bile tebessümle karşılanabilir. Ancak insan yaşlandıkça konuştuklarını yaşayan, yaşayışıyla konuşan olmalıydı. Ancak gel gör ki ha nerdeyse tam tersi oluyor, yaşı itibarıyla abi, baba, hoca ve kendinden menkul üstat olanlar konuştukça konuşuyor, konuşuyor, bir süre sonra tüm anlatılanların içinde ancak keçiboynuzundaki kadar bir tat bulunduğu ortaya çıkıyordu. Bu on gram bal tüketmek için bir kilo mukavvayı yemeğe benziyordu. Daha da ilerisi vardı; yine insanlar ve çokluk abiler, neyin nasıl yapılacağını hep bilenlerdi. Yanılmazlardı. Derya deniz bilgilerinden faydalanmayanlar zarardaydı.

İnsan, duymak istediğini söyleyen, okumak istediğini yazandı. İnsanların gizli saklısının peşine düşen ve gıybet edenin marazi bir ruh haliyle, en çok duymak istediği de yeni ve duyulmamış dedikodular, gıybetler, örtülmesi gerekenler oluyordu.

İstikametini belirlemiş ve istikrarla yürüyenlerin, uzun yorgunluklar, birçok yoksunluklar çektiğini unutuyorduk. Ne olacaksa, hemen, şimdi, çabucak olsun istiyorduk. Oysa Rabbimizin bir sünneti ve zamanı vardı. Bize düşen, zamanın içini sabırla, emekle, fedakârlıkla, çilelerle, gayretle ve istikrarla doldurmak ve yine de “Allah en iyisini bilir, gayret bizden, Tevfik Allah’tandır” demekti… Emeklerimizi zayi etmeyen ve “Doğrusu insana çalışmasından başka bir şey yoktur” diyen Rabbimiz vardı.

Dünya kalleş değildir, kalleş olan insandır. Allah’ın arzında her nereye bakarsak bakalım, kendimizden bir şey görür, kâinatın bize büyük bir sessizlikle çok şey söylediğini duyabiliriz. Bu duygusallık, bu börtü-böcek muhabbeti değil bilakis insanın kalbini toprağa, suya, yağmura, yıldıza, kışın “kapkara olup çirkinleşen” ancak baharda yapraklanıp yeşillenen, sonrasında da meyve veren ağacın ne söylediğini anlamaya çalışmaktır. O meyve veren ağacın dilini öğrenip konuşmaya çalışmaktır. Dedem, toprağı avucuna alır, ufalar, koklar, öper ve sonra yavaşça aldığı yere bırakırdı. Ninelerimiz, sabah ezanları okunurken camları ve kapıları duayla açar, güne erkenden başlardı. Atalarımız bizler kadar kelam bilmiyorlardı ancak bizlerden hikmetli oldukları kesindi.

Arabamız ne kadar yeni ve şoförlüğümüz ne kadar iyi olsa da uzun yolda mola veririz. Yolun şartlarına uyarız. Önümüzdeki kazadan dolayı dururuz. Patlayan lastiği değiştiririz. Rampada vites düşürürüz. Benzinimiz olduğu müddetçe varmamız gereken hedefe doğru yol alırız. Yolumuzdan şikâyet etmemiz nedendir? Şikâyet etmeyelim; ya yolu, ya kendimizi değiştirelim.

Bazen, okuduğum kitaplarda, yalnızca benim için yazılmış cümleler olduğuna inanıyorum.

Bazen, ahşap bir eve benzetiyorum kendimi, her merdivenden, her odadan, her kapıdan bir ses geliyor.

Bazen, Muhammed Esed’in dediği gibi: “Yürüyor, yürüyordum. İçimde günlük hayata ilişkin küçük, sıradan, katı ve acı veren ne varsa çözülüp akıyordu. Hafiflemiş, büyük akıntının bir parçası olmuştum artık; akan bir benlik, büyük akıntının duyarlı bir zerresi.”

Bazen, “Gökyüzündeki küçük bir bulutun yalnızlığı, sebep oluyordu ağlamaya.”

Bazen, nefis dediğimiz o sinsi ayartıcının hiç hesapta yokken beni mahcup ettiğini ve yolu duadan geçmeyen sevgilere inanmadığımı…

Bazen değil her zaman, Allah’tan değil de insanlardan istediğimi, beklediğimi fark ettiğimde, eksikliğin, edindiğim şeyin kendisinde değil de bende olduğunu, ayan beyan görüyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi