Su testisi su yolunda kırılır
İmzalandığı günden beri yılan hikayesine dönen ve her yönüyle tartışılan bir anlaşma. Resmi adı "Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi" olan İstanbul Sözleşmesi, şiddetin önlenmesi, şiddet kurbanlarının korunması ve faillerin cezasız kalmasının önlemek için 11 Mayıs 2011’de imzaya açılmıştı. Türkiye, 12 Mart 2012’de sözleşmeyi onaylayan ilk ülke olmuştu. Türkiye'nin bu anlaşmayı imzalamasındaki amaç ülkemizde gittikçe artan kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin önüne geçmekti. Ama sözleşmeyi çok farklı amaçlar için kullanmaya çalışanlar oldu. Sözleşmeyi istismar edenler oldu. Sonuçta Türkiye geçen hafta sözleşmeden çekildiğini açıkladı.
Ve belki sözleşmenin imzalandığı gün çok dikkat edilmeyen ama ilgili çevrelerin işine gelen kısımları bulup çıkardığı tartışmalı bir madde vardı anlaşmada.
İstanbul Sözleşmesi’nin 3. maddesinin 4. bendinde yer alan "Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir"
İşte bu madde toplum için, özellikle gençler için çok tehlikeli bir maddeydi. Sözleşmeye karşı olanların aslında ne kadar haklı olduğunu gösteriyor. Madde kapsamında cinsel yönelimin de sayılması, eşcinselliğin teşviki ve özendirilmesinden başka bir şey değildi. Ortada bir suç varsa ve haklı veya haksız ortaya çıktıysa burada cinsel yönelimin zaten hiçbir önemi olamaz bu madde toplumun yapısını bozmak için özellikle koyulmuş bir madde. Farklı cinsel yönelimleri meşrulaştıran ve normalleştiren talihsiz bir madde.
Anlaşma imzalandıktan sonra toplumdaki şiddetin hiçbir şekilde azalmadığını hatta arttığını görüyoruz. Yani bu anlaşmadan bir mucize bekleyenlerin şiddetin ve cinayetlerin bir günde biteceğini zannedenlerin hayalleri yıkılmış oldu. Sorunların köküne inilmeden sonradan getirilen geçici çözümlerin hiçbir faydası olmayacaktır.
Yapılan araştırmalara göre, 2020 yılında Türkiye’de 300 kadın erkekler tarafından öldürüldü, 171 kadınsa şüpheli şekilde ölü bulundu.
Platformun paylaştığı rakamlara göre 2020 yılında öldürülen 300 kadının 97’si evli olduğu erkek, 54’ü birlikte olduğu erkek, 38’i tanıdık birisi, 21’i eskiden evli olduğu erkek, 18’i oğlu, 17’si babası, 16’sı akraba, 8’i eskiden birlikte olduğu erkek, 5’i kardeşi, 3’ü tanımadığı birisi tarafından öldürüldü. 23 kadının ölümüne sebep olan kişilerin yakınlık durumu tespit edilemedi. Kadınların 181’i evinde, 48’i sokak ortasında, 15’i işyerinde, 14’ü de arazide, 11’i arabada, 5’i otelde, 4’ü ıssız bir yerde, 1’i odun deposunda, 1’i kuaförde öldürüldü. 20’sinin öldürüldüğü yer tespit edilemedi. Kadınların 170’i ateşli silahlarla, 83’ü kesici aletle, 26’sı boğularak, 10’u darp edilerek, 2’si yakılarak, 1’i kimyasal madde ile, 1’i de yüksekten düşülerek öldürüldü.
Bu rakamların 2012 yılından önce daha az olduğunu görüyoruz. Yani kağıt üzerinde yapılan bir anlaşmanın doğru maddelerinin uygulanmadığı sürece hiçbir işe yaramadığı herkes tarafından görülmüş oldu. Ve bir çok Avrupa ülkesi gibi anlaşmadan çekilmenin de ne kadar doğru bir karar olduğunu görüyoruz. Eşitlilk, özgürlük diye bu sözleşmeye sarılanların kadınları erkeklerden daha üstün tutma çabasından başka bir şey değil aslında.
Dinimizde ve kanunlarımızda zaten yeteri kadar korunan kadınların ekstra bir sözleşmeye değil merhametli, vicdanlı, iyi yetiştirilmiş, kadının değerini bilen eşlere ihtiyaçları var. Bunun yolu da yine aileden geçiyor. Çocukların mutlu ailelerde iyi yetiştirilmesinden geçiyor. Çünkü çocuk ailesinde ne görürse yetişkin olup evlendiğinde kendi ailesinde de onu uyguluyor. Oysa boşanmaların hızla arttığı parçalanmış ailelerin çocukları nasıl birer aile kuracaklar. Toplum bir an önce hukuki değil sosyal çareler aramalı ve bulmalı. Devlet her bireyine ücretsiz kişisel gelişim dersleri ve ücretsiz sınırsız terapiler vermeli. Toplumun bozulan ruh sağlığını düzeltmek için terapi almak artık bir lüks olmamalı. Hatta zorunluluk olmalı. Eğer bütün bunlar düşünülmezse bir gün herkes birer mağdur veya fail adayı olacak.
Sorunların köküne inilmeden atılan her adım boşuna atılmıştır.