Mehmet Toker
Mehmet Toker Hangi Ortaçağ? Bu Kafa Kimin Kafası?

Hangi Ortaçağ? Bu Kafa Kimin Kafası?

Birkaç gün önce kifayetsiz müptezelin birisi: "Diyanet okul öncesi eğitim birimleri kuruyor. Okul öncesi eğitim, Diyanet'in işi mi, Milli Eğitim'in işi mi? Sübyan mekteplerini kurmuşlar. Kurumsallaştırmaya zorunlu yapmaya çalışıyorlar. Bu kafayla orada işte bilimin B'si, fiziğin F'si, Matematiğin M'si olmuyor üniversiteye gidince. Çocukları, bütün dünya nasıl yetiştiriyorsa öyle yetiştirmek varken bir ortaçağ zihniyetine yönelmenin, bunu kurumsallaştırmaya çalışmanın ne bu cumhuriyete, ne bu millete faydası var; ne de anayasaya uygunluğu var." demişti.
 
Her yerinden cehalet, kin, nefret, dökülen bir cümle. Tam bir müstemleke kafası. Okul öncesi eğitim birimi kurarak Kur'an-ı Kerim'in öğretilmesi, dini, milli ve ahlaki eğitim verilmesi tam da kanunen başkanlığın görevi, Anayasaya uygun.  4-6 yaş Kur'an kursları kurumsal yapılardır. Bir müfredatı, standardı, denetimi, eğitim ve öğretim mantalitesi vardır. Üniversitelerde bilimin B'si, fiziğin F'si, matematiğin M'si olmuyorsa bunun sorumlusu Diyanet değil, 27 Aralık 1949'da imzalanan ve Türkiye'nin eğitim müfredatını, Amerika'nın kapitalist politikalarının esiri haline getiren Fulbright Anlaşmasının, müfredat ve metodolojisinde aramak gerekir.
 
Ağızları açıldığında dillerinde vird-i zeban olan "Orta Çağ Zihniyeti/Karanlığı" ifadesinin bu milletin, bu milletin mensup olmuş olduğu İslam dininin geçmişiyle en ufak bir bağlantısı yoktur. Orta Çağın Karanlığı, İslam'a, Kur'an'a ve Kur'an Kurslarına kin duyan kifayetsiz müptezelin ait olduğu güruhun tarihidir.
 
Tarihin çağlara ayrılmasını ilk defa bir Hristiyan Katolik din adamı Olan Augustinus(MS 354-430) başlatmıştır. Kendisi, Kitab-ı Mukaddes'te geçen dünyanın 6 günde yaratılmasını esas alarak, tarihi 6 döneme ayırmıştır. Daha sonraki yüzyıllarda Joachim van Fiore isimli başka bir Hıristiyan ilahiyatçı 6 dönemi üçe indirmiştir. Hz. İsa merkeze yerleştirilerek, Hz. İsa öncesi, zamanı ve sonrası olmak üzere üçlemeli klişeyi ortaya koymuştur. 1600'lü yılların sonuna gelindiğinde Cellarius ise Hıristiyan inançlarından alınan bu üçlemeyi seküler bir anlayışla, Hristiyanlık dışındaki olaylarla yeniden düzenlemiş, bunu dünyevileştirmiş ve bugünkü pozitivist tarih anlayışının sahip olduğu, Eski Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ sistemini dillendirmiştir. İlgili çağların başlaması ve bitmesi ile alakalı hadiseleri tamamen Avrupa Tarihi ile bağlantılı olaylardan seçmiştir. Zira onun dünyası sadece Avrupa'dan müteşekkildir.
 
Bu şekilde tamamen Avrupa tarihini esas alarak oluşturulan bu tarih anlayışı, muasırlaşmayı Avrupa'ya eklemlenme olarak gören zihniyet tarafından Türkiye'ye ithal edilmiş ve tabiri caizse dayatılmıştır. Böylesi bir tarih sınıflandırması, tarihi veriler ölçeğinde, ne Türk, ne İslam, ne de diğer milletlerin yaşadıkları tarihi sürece uymamaktadır. Bütün bir insanlık tarihini asla ve asla karşılamamaktadır. Tarihe iki tür yaklaşım söz konusudur Birincisi: ortaokul ve lise tarih müfredatımızda bizlere ezberletilen, doğrusal, ilerlemeci, pozitivist tarih anlayışı. İnsanın yaratılmadığını, maymundan dönüştüğünü kabul eden bu ilerlemeci tarih anlayışında tarih öncesi çağlar, İlk Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ, Yakın Çağ diye insanlığın sürekli ilerlediği varsayılan bir tarih anlayışıdır. Bu, paganist, ateist, pozitivist ve kapitalist zihniyetin insana ve insanlığa bakışını yansıtan bir tarih anlayışıdır. İkincisi: dairevi, döngüsel tarih anlayışı dediğimiz, insanlık tarihini, yaratılışla başlatan ve belirli dönemlerde dünyanın bazı coğrafyalarındaki milletler ve insanlar medeniyet olarak yükselirken, belirli bir bölümünün medeniyet olarak aşağılarda olduğu ya da belirli bir bölümünün ahlaki ve hukuki seviye olarak yükselirken, diğer bölümünü diplerde olduğu anlayışını esas alır. İkinci bakış açısı dünya tarihinin doğru anlaşılması ve yorumlanması açısından daha isabetlidir.
 
Avrupa için karanlık bir çağ olan Orta Çağ, bizim ait olduğumuz din ve millet açısından Altın Çağ'dır. İlim, bilim, sanat, medeniyet, siyaset, ekonomi olarak Müslümanların dünyaya yön verdiği bir dönemdir. 4-6 yaş seviyesinde Kur'an-ı öğrenen ve Kur'an'daki: "Düşünmez misiniz, akletmez misiniz, düşünen bir toplum için ibretler vardır ve oku!" emri doğrultusunda yetişen gençlerin edebi, felsefi, metafizik, astronomi, aritmetik, geometri, müzik teorisi, etik, fizik, zooloji, botanik, farmakoloji, veterinerlik, tıp, sibernetikten, askerlik sanatına varıncaya kadar pek çok alanda zirve isimler yetiştirdiği ve 800'lü-900'lü yıllardaki yazmış oldukları eserlerin -hâlâ günümüzde bile- dünya bilimine doğrudan etki ettiği dönemdir. Avrupa insanı paganizm etkisindeki Katolikliğin derin karanlığında boğuşurken, İslam ve Müslümanlar ilimin, bilimin, medeniyetin, siyasetin altın çağını yaşıyorlardı. İlk laboratuvarların, deneysel metotların, robotik icatların yaşandığı dönem bu dönemdir. Bu dönemde: Cabir bin Hayyan, İbrahim el Fezari, Harezmi, Musa Kardeşler, Kindi, Huneyn bin İshak, İbni Firnas, Dinâveri, Sabit bin Kurra, Battani, Razi, Farabi, İbn-i Sina, Zehravi, İbni Nedim, Ebu'l Vefa el Buzcani, Meryem el- Icliyye, İbn-i Heysem, Biruni, Zerkâli, Ömer Hayyam, El-Cezeri, Muhammed İdrisi, İbn'ün-Nefs, Nasreddin Tûsi, Muhittin el Mağribi, Kutbettin Şirazi, Kemalettin el Farisi gibi daha burada saymaya sütunumuzun yetmeyeceği binlerce bilim adamının, düşünürün yetiştiği çağdır. 
 
Orta Çağ, Avrupalılar ve Avrupa milletleri içerisinde yaşayan, 1492'deki Hristiyanların katliamından kaçarak, Orta Çağı sonlandıran devlete ve medeniyete sığınan Yahudiler ve Sabetayistler için karanlık çağdır. Kaldı ki; Avrupa'nın karanlık çağını siyasi olarak sonlandıran olay, Bizans'ın (Doğu Roma) yıkılması olarak kabul edilir. Orta Çağ'ı sonlandıran, yani İstanbul'un Fethini gerçekleştiren de Müslüman bir devlet ve o Müslüman devletin başında yedi dil bilen, devasa Şâhi Toplarının planını çizen Müslüman bir mühendis ve devlet adamı idi. O'nun yanında Pasteur'den 400 yıl önce mikrobu keşfeden Akşemsettin gibi, Molla Gürani, Ali Kuşçu vd. döneminin büyük ilim adamları vardı.
 
Dünya Tarihi, sadece Avrupalıların tarihinden ibaret değildir. Avrupa,  "karanlık çağ" olarak anılan, kendi tarihçileri tarafından Orta Çağ diye isimlendirilen bu dönemde, hasta ve yaşlı kadınları, zihinsel, fiziksel ve spastik engellileri "cadı" diye diri diri yakarken; İslam medeniyetinde, hâlâ bugün bile kullanılan tıbbi alet, edevat imal/icat ediliyor, katarakt ameliyatı ve bugün modern tıp diye nitelendirilen tedavi usulleri ve ameliyatlar, şifahanelerde gerçekleştiriliyordu. Orta Çağ, Avrupa için utanç duyulması gereken tarihi bir dönemken, kiliselerin ve derebeylerinin askeri ve siyasi mücadeleleri arasında, halkın açlık, yoksulluk ve sefalet içerisinde yaşamak zorunda kaldığı bir dönemken, tuvalet ve hamam gibi temizliğin aslî unsurları bile bilinmezken; aynı tarihi dönem Müslümanlar açısından imparatorlukların, büyük devletlerin kurulduğu, "Su Medeniyeti" olarak isimlendirilen medeniyetin şekillendiği, Basra, Kufe, Fustat,Kayravan, Bağdat gibi bilim ve kültür merkezlerinin sıfırdan inşa edildiği, Nizam-ül Mülk Medreselerinde her türlü ilimin, bilimin yapıldığı ve buralardan yetişenlerin dünyanın siyasi, içtimai ve ilmi tarihine yön verdiği bir dönemdir. Kaldı ki, doğudaki Çin,  Japon, Hint tarihi de aynı dönemlerde yine imparatorluk ya da merkezi güçlü devletler yapısında siyasi varlığını sürdüren medeniyet ve kültürlerdi.
 
Kifayetsiz müptezellerin tarihten bilimden ve içerisinde yaşadıkları Müslümanların mazisinden bîhaber oldukları ve kendi cehaletlerini modernlik olarak gördükleri böylelikle daha net ortaya çıkmış oldu. Avrupa'yı o "karanlık çağdan",  kurtaran Yeni Çağ'ın, Yakın Çağın kapılarını Avrupa'ya açan ve Rönesansın, Reformun gerçekleşmesine sebep olan da yine Müslümanlardır. Nobel ödüllü fizikçi Pierre Curie: "Müslüman Endülüs'ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet, yakılan bir milyondan fazla kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık!" sözü ve Alman Profesör Sigrid Hunke'nin, "Avrupanın Üzerine Doğan İslam Güneşi" kitabı bu gerçeği itiraftır.
 
Kifayetsiz müptezelin "sübyan mektebi" diye Alay ettiği, eğitim kurumundan yetişenlerden Biruni 24 yaşında iken, 17 yaşındaki İbni Sina ile "ışığın hızının ölçülülüp ölçülemeyeceğini" yazılı olarak tartışıyordu. Fulbright anlaşmasının yetiştirdiği, Sabetayist profesörleri de kendi tezeğini karıştırmakla, tatmakla meşgul. Aradaki farkı bilmem anlatabildim mi?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mehmet Toker Arşivi