Mehmet Toker
Mehmet Toker Hakikati kaybedenler istikbali inşa edebilir mi?

Hakikati kaybedenler istikbali inşa edebilir mi?

Tüm değerlerin sorgulandığı, yargılandığı, bazen yok sayılıp istihza ile karşılandığı yeni bir dünyada yaşıyoruz. Bu kaosun getirmiş olduğu, “anlamsızlık ya da “genetiği ile oynanmış kavramlar” dünyasında hakikate ulaşmak ya da hakikatin dünyasını kurmak mümkün mü?” sorusunu aklımıza getiriyor. “Sosyal adalet nasıl inşa edilebilir? Adil bir toplumsal siyasal sistem nasıl kurgulanabilir? Temel insani problemlerle alakalı hızla dönüşen dünya karşısında nasıl bir duruş sergileyebiliriz?” gibi soruların zihnimize hücum etmiş olduğu bir çağda yaşıyoruz.

Özellikle içerisinde bulunmuş olduğumuz şu son birkaç aylık süreç; tutarsızlığın, prim yaptığı, gerçeğin gözden düştüğü, algı operasyonlarının kitleleri örgütlere kitlemek için yanılsama olarak kullanıldığı, iftira, yalan ve dedikoduların gerçeği tahtından ettiği ve hiç kimsenin hakikati arama derdinde olmadığı bir dönemde yaşadığımızı sessiz çığlıklarla haykırıyor. Öyle ki gölgeler gerçeğin yerini almış durumda. Özellikle hakikate ulaşma gibi bir derdi olmayan kuşakların bu süreçte daha da belirleyici olacağı beklentisi var. Kavramların içi boşaltılıp ya da birbirine yakın anlamları olan kavramlar arasında ciddi bir zihin bulanıklığı olduğundan dolayı kimse net olarak neyi aradığının, neyin peşinde olduğunun farkında bile değil. Örneğin “değer ve eder”, “gerçek ve hakikat”, “özgürlük ve bağımlılık/kölelik”, “özgüven ve ukalâlık” kavramları adeta birbirinin yerine geçmiş durumda. Tabii ki bunun yanı sıra dürüstlük, doğruluk, gibi kavramlar, toplumsal ağırlığını ve ahlakî belirleyiciliğini kurnazlık, hilekârlık, düzenbazlık, gibi kavramlara kaptırmış durumda. Değişim, dönüşüm, gelişim, ilerleme, çağdaşlık, demokrasi gibi kavramlar hakikat ile gerçeklik, soyut ile sanal arasında ciddi savrulmalar, kırılmalar ve yanılsamalar yaşıyor. Ya da kasıtlı olarak yaşatılıyor. Mefhum buhranı ekonomik, kültürel ve diplomatik buhranları dahi belirleyici bir konuma yükselmiş gözüküyor.

Liberalizm, hümanizm, kapitalizm, hedonizm gibi batıdan devşirmiş olduğumuz kavramlar hakikati perdelemede ve algı yönetimi ile gerçeği örtmede kullanılıyor. Böyle bir toplumda elbette ki insanlar neyi, ne adına yaptığının, birey olarak özgül ağırlığının farkında olmadan yaşamaya devam ediyor. Özellikle Z kuşağı diye adlandırılan, tanımlanan, sınırlandırılan ve gerçekten koparılarak tarih dışına itilen kuşağın sömürülmesi ve güdülmesi rafine edilmiş kitlesel sürü haline getirmeye çalışılıyorlar. Medyada ve sosyal medyada sıklıkla dile getirilen, “Z kuşağı değişim istiyor!” cümlesi, cümleyi kuranların bilinçaltındaki “Z kuşağını kullanarak dönüşüm istiyoruz!” manasının sözel dışa vurumudur. Çünkü afaki şartlar ve ahvalden dolayı ivmesi ara sıra azalmakla beraber toplumsal değişim ontolojik olarak devam ediyor.

“Gerçek ile hakikat” kavramları her ne kadar birbirinin yerine kullanılsa da yakın anlamlar içerse de aynı değildir. “Gerçek” somut ve nesne olarak var olan demekken; “hakikat” nesnel gerçeğin zihindeki yansıması manasına geliyor. Felsefi bir tabirle “gerçek” ontolojik iken “hakikat” epistemolojik bir kavramdır. Mesela, ibadet gerçek, iman hakikattir. Amel gerçek, niyet hakikattir. “Eder” ontolojik varlıklar için kullanılırken “değer” daha ziyade epistemolojik bir mefhum olarak karşımıza çıkar. Arabanızın ederi piyasadaki rayiç (alım-satım) bedeli iken, değerini arabanızla kurduğunuz duygusal bağ belirler. Bugün cevabını aramamız gereken asıl soru şudur? İstikbalimizi ederler mi belirleyecek, değerler mi? Bu kavram kargaşası içerisinde geleceğe dair bir dünya kurmanın imkânını tartışıyoruz. Hedonizmi ya da kapitalist sömürülmeyi sosyo-psikolojik özgürlük zanneden bir kuşağın dönüşüm peşinde koşmasını, bir değişim isteği olarak anlamlandırmaya çalışma gafleti içerisinde bulunuyoruz. 2000'li yıllardan sonra doğan kuşaklar için Z kuşağı tanımlaması var. Toplumda hakim olan düşünce, Z kuşağının daha özgürlükçü, daha pragmatik bir kuşak olduğu. Psikologlar ya da sosyal bilimciler bir genelleme veya varsayımsal bir yaklaşımla Z kuşağını böyle kategorize etmeye çalışıyor. Mezkûrunileyh kuşağın gelecek algılamasının veya beklentisinin çok daha farklı olduğunu, zihinsel kodlarının pragmatik hedonizm üzerine inşa edildiğini ifade ediyorlar. Ancak her tanımlama bir sınırlama olduğu gerçeğinden hareketle Z kuşağını sınırlayıp belirli bir hedefe yönlendirmek ya da güdülemek için “Z kuşağı” tanımlaması altında bir kitle oluşturulduğunu görüyoruz.

Bu kitlenin temel probleminin, kavram karmaşası içerisinde, manipülatif algılar ve gölgeler dünyasında, sanal illüstrasyonlar aleminde, ontolojik sığlıkta, epistemolojik derinlik arama çabaları olduğunu söyleyebiliriz. Ülkemizde, Avrupa'da, Amerika'da ya da Güney Kore, Japonya gibi ülkelerde kısmen Arap Yarımadası üzerinde bulunan ülkelerdeki kuşaklar için bu tanımlama dillendiriliyor. Mesela 2003 doğumlu bir Türk genci toplum mühendisleri marifetiyle, Z kuşağının bir ferdi sayılıp, onun bilinçaltına, zihin dünyasına “senin gelecek kaygın var!” önermesi ya da ön yargısı yerleştirilip, gelecek adına kaygı duyanlar kitlesinin bir ferdi olarak tanımlanırken; aynı yaşta Afganistan'dan, Suriye'den, Afrika'nın farklı ülkelerinden mülteci olarak ülkemize gelmiş veya Avrupa ülkelerine ulaşabilmiş, sadece asgari insan hakları çerçevesinde yaşayabilmek için en ağır ve aşağılayıcı şartlarda çalışmak zorunda kalan bir mülteci genç için dünyanın hiçbir yerinde Z kuşağı tanımlaması yapılmıyor. Çünkü az önce ifade ettiğimiz hakikat ve gerçek, eder ve değer, hazcılık ve özgürlük, hedonizm ve kapitalizm gibi kavramlar hatta dahası aile, anne, baba, kardeş gibi geleneksel kavramları algılamaları bile çok farklı. Z kuşağına dayatılan “gelecek kaygısı!” esasen, sahip olunan konformizmi kaybetme kaygısı ya da sembolize edilen özendirilen hedonist duyguları yaşayamama korkusu olduğunu ifade edebiliriz. Ancak mülteci durumuna düşürülmüş, aynı kuşaktaki diğer bir genç için gelecek kaygısı tamamen varoluşsal bir kaygıdır. Yaşayıp yaşayamayacağının, açlıktan ölüp ölmeyeceğinin, günlerce yürümek zorunda bırakıldığı ıssız coğrafyalardaki bir dağ başında ya da şişme botlarla geçmek zorunda bırakıldığı bir denizin kıyısında cesedinin bulunup bulunmayacağının kaygısıdır.

Gerçeği kaybetmek bütün kuşaklar için ciddi bir kâbustur. Ancak hakikati kaybetmek, özellikle istikbali kuracak olan kuşaklar açısından çok daha büyük bir tehlikedir. Bugün hakikatini kaybetmiş kuşakların -X,Y,Z,Ğ fark etmiyor- hakikati kaybettiklerinin farkında olmaması, gölgeleri gerçek zannetmeleri, istikbalimiz açısından ciddi kırılma ve savrulmaları tetikleyebilir. Gerçeğe uyanmak ve hakikati aramakla yükümlü olduğumuz bu dünyada, kavramların anlamlar dünyasına savaş açmak hakikati ve gerçeği kaybetmek demektir. Uyumak ya da gaflet istikbali kaybetmemize neden olabilir…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mehmet Toker Arşivi