Ev nedir? Hayat Eve Sığar mı ?
Corona virüs salgını ile mücadeleye, devlet ve millet olarak topyekün başladığımız ilk günlerde, sağlık bakanlığımız tarafından bir çağrı yapılmıştı. "Evde kal Türkiye! Hayat eve sığar! şeklinde bu çağrı sloganlaştırılmıştı. Bunun üzerine o dönemlerde, cehaleti kendinden menkul bir gazeteci çıkıp şöyle bir açıklama yapmıştı: "Hayat Eve Sığar. 500 metrekare evin varsa iki kişiysen, bahçe falan varsa, sitenin içinde dolaşıyorsan, hayat eve sığar tabii. 2 konser veriyorum 500 bin TL indiriyorum. 3 milyon dolarlık evde oturuyorum, evim 500 metrekare. Karım var, çocuğum var. 2 tane hizmetçim var, hayat eve sığar. Öyle eve babam da sığar. Ama 55 metrekarede evde 6 kişi yaşıyorsan hayat eve daha zor sığıyor". Mezkurun ileyh şahsın instagram hesabına, düşüncesinin yanlış olduğunu yazmama rağmen galiba okumadı veya verecek cevap bulamadı.
Esasen bu yazıyı o günlerde yazmak istiyordum. Gündemin hızı ve yoğunluğu arasında ertelendi. Yazmak bugüne nasipmiş. Ev nedir? Evi binadan ayırt eden bir özelliği var mıdır? Ev ismi, mimari yapıdan daha çok içinde insan, aile barındıran, mekanı ifade eder. Bu yapı, basit bir çadır olacağıbileceği gibi, devasa, mimari harikası bir saray da olabilir. Nahl Sûresi 80. ayeti kerime de Allah: "Hayvanların derilerinden sizin için evler yaptı." buyurmuştur. Ayetteki "buyut" (evler) kelimesinde, deri çadırlar kastedilmiştir. Tarih boyunca evin mimari yapısı insanların yaşadıkları mekanlara, coğrafyaya, insanların sahip olmuş olduğu bilgi birikimine, maddi gücüne, şartlara ve imkanlara göre değişmiştir. Mesela yine Kur'an-ı Kerim'de, Ad ve onun mirasçısı Semud kavminin, "kayalara mükemmel biçimde oyulmuş, sağlam, korunaklı evlerde oturdukları" anlatılır. Sebe kavminden bahsederken yine Kur'an-ı Kerim, "bahçelerim ortasında inşa edilmiş etrafı bağlık, bahçelik, yeşillikli, gölgelikli evlerden" bahseder. Helak edilen kavimlerin, "evlerinin damlarının onların üzerine çöktüğü, yüksek saraylarının boş kalıp harabeye döndüğü" anlatılır. Dolayısıyla, ister yüksek saraylar olsun, ister deriden, kıldan, keçeden imal edilen çadırlar olsun, ister bağların, bahçelerinin ortasında inşa edilmiş mükemmel binalar, isterse kayalara oyulmuş mükemmel sağlam korunaklı mekanlar olsun, insanoğlunun yaşadığı barındığı yapılar ev olarak tarif edilir. Göçebe kavimlerde evler çadır tarzı, taşınabilir hafif malzemelerden imal edilmiş, yerleşik kavimlerde evler, yerleşilen coğrafyanın veya iklimin şartlarına uygun imal edilmiştir. Kutup bölgelerine yakın yaşayan Eskimolar iglo denilen kar ve buzdan mamul evler yapmışlardır. Muson bölgelerindeki evler kazıklar üzerine, bambu ve sazdan inşa edilmiş, suya dayanıklı malzemeden üretilmiştir.
Fakat bütün bunlar bu mekanları ev yapma ya yeter tanımlar değildir. Bir binayı ev yapan özelliği mimari yapısı, büyüklüğü, metrekaresi, ihtişamı, lüks eşyalarla dolu olması, binanın yapılmış olduğu inşaat malzemesi değildir. Ev içerisinde huzur olan, sevgi, saygı ve mutluluk olan binadır. Ev ailenin bir arada olduğu, eldeki sınırlı ya da sınırsız imkanların paylaşıldığı, insanların kendisini güven ve emniyet içerisinde hissetmiş olduğu yerdir. İnsanın veya ailenin sığındığı, korunduğu, istirahat ettiği yerdir. Şöyle güzel bir söz var dilimizde: "birbirini yiyenler bölüşemez bir dağı, birbirini sevenler paylaşırlar bir dalı!" diye. İşte bu söz bize evden kastın taş, kerpiç, tahta, mermer, beton, çimento değil; sevgi ve huzur üzerine kurulduğunu ifade ediyor. Mevlânâda adeta bu sözü tevil edercesine: "aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşabilir." demek suretiyle bu gerçeğe işaret etmiş oluyor.
Ev, insana huzur ve mutluluk verdiği kadar büyük veya küçüktür. Aile içerisinde huzur yoksa, mutluluk yoksa, metrekaresi ne kadar büyük olursa olsun, eşyaları ne kadar lüks olursa olsun, orası insanın zindanıdır. Eğer huzur, mutluluk, saygı ve sevgi varsa eskilerin tabiriyle: "iki göz bir mabeyn" de olsa, eşyaları çul, çaput, keçe de olsa orası bir saraydır. "İki gönül bir olunca, samanlık seyran olur" atasözümüz; eşler arasında gönül birliği var ise, hayatları en zor şartlarda olsa bile mesut ve bahtiyar geçer, her sorunun, her problemin kötü durumun, üstesinden gelebilirler manasındadır. Bugün belki de toplumumuzdaki pekçok problemin kaynağında, bizlerin "ev" olma anlayışımızı kaybetmemiz yatıyor. Binaları, daireleri, ev yapamamamızdan kaynaklanıyor. Çünkü ev, insanı sadece maddi doğal hadisata karşı koruyan yerler değildir. Ev, insanı sadece soğuktan, sıcaktan, yağmurdan, kardan korumaz. Ev, aynı zamanda insanları günahlardan koruyan, bunalımlardan, sıkıntılardan, toplumun olumsuz yönlerinden koruyan; insanın gönül huzuru bulduğu mekandır. Ev, kulluğun yaşandığı, insanın varlığının farkına vardığı, iç dünyasını keşfedebildiği, kendisini dinlediği yerdir. Ev, insanın iç yolculuğunun başladığı ve varolmak davasını kuşandığı, şarj olduğu yerdir. Erkan bin Ebi'l Erkam'ın evi gibi. Ev, Nur Sûresi 36. ayeti kerimede işaret edildiği şekliyle; "Sabah akşam, içerisinde Allah'ın adının yüceltilmesine ve isminin anılmasına izin verdiği evler vardır."
Seküler bir dünya anlayışında olanlar, maddenin maddiyatın mutluluk vereceği inancını taşıyan maddeperest kimseler bunu anlamakta zorluk çekebilirler. Çünkü tatmayan bilmez. Evin huzuru, içinde yaşayanların sevgi, saygı, anlayış ve inanç birliği ve bütünlüğünden kaynaklandığı gibi; aynı zamanda evin çevresinde yaşayan komşulardan da kaynaklanmaktadır. "Ev alma, komşu al!" ve "Evden önce komşu, yoldan önce arkadaş!" atasözleri bu gerçeğe işaret etmektedir. Ancak şunu unutmamak lazım ki; bir ev ne derece huzur ve mutluluk kaynağı ise, çevresine de aynı oranda huzur ve mutluluk verir. Komşular %100 iyi olsa bile, eğer evde yaşayan bireyler arasında huzur, mutluluk, sevgi yoksa; komşuların huzur ve mutluluğu o binanın içine sirayet edemez. Ev, Allah'ın adının anıldığı, sabah akşam Allah'ın tesbih edildiği, aile bireylerinin sevgi, saygı içerisinde yaşadığı, kanaatın, isârın, tevazunun, iyi niyetin belirleyici olduğu bireylerin yaşadığı bir mekansa orada metrekare, lüks, belirleyici değildir. Kulübe de olsa saraydır. Çadır da olsa malikâne, kâşânedir. Ama hayatı hedonizm, sekülerizm ve maddiyat üzerine kurmuş, bunlar olmadığı zaman huzurun, mutluluğunun da olmayacağına inanan kimseler, saraylarda da yaşasa, iki değil ikiyüz hizmetçisi de olsa, evin büyüklüğü 500 değil 5000 m2 olsa, kabı-kacağı altından, halısı ipekten, direkleri zümrütten de olsa, orası onun için ev değil zindandır. Oraya sığmaz. Onun için bu cehaleti kendinden menkul gazeteciye ve onun gibi düşünenlere mezkurun ileyh şahsın hesabına da yazdığım cümlelerimle ifade etmek isterim ki; "meseleyi hiç anlamamışsın gözüm!"
Peygamber Efendimizin evinden bahsederken, sadece saygı ifadesi olarak değil, bir hakikat ifadesi olarak: "Hane-i Saadet" denilir. O, dörder yada altışar metrekarelik hücrelerden oluşan, ince bir koridorla birbirine bağlanan tren şeklindeki odalarda, sevginin, saygının, mutluluğun zirvesi yaşandığı için orası Hane-i Saadettir. Bazı günler ocak yanmamasına, tencere kaynamasına, çoğu zaman yarı aç, yarı tok yatılmasına rağmen orası Hane-i Saadettir. Eşleriyle, öz ve üvey çocuklarıyla, hatta üvey torunlarıyla, bir sa' arpa ekmeğini bölüşmelerine rağmen orası Hane-i Saadettir. Eğer bugün evlerimiz huzurumuzun kaynağı, -mutluluğunuzun membaı değilse, o zaman semtine, mahallesine, metrekaresine, teknolojisine, eşyalarına değil; kendi kalbimize, yüreğimize, maneviyatımıza, hayat anlayışımıza, bakmamız gerekmektedir. Evlerimizin yuva, yuvalarımızın hane-i saadet, ailemizin, evlatlarımızın mutluluk ve huzur kaynağı, gönüllerimizin sevgi, saygı ve mutlulukla dolması temennisiyle...