Bu yazıyı gençler okumasın!
Laf aramızda bizim çocukluğumuz ve gençliğimiz (1970 ile 2000 yılları arasıdır.) biraz Hugo’nun Sefiller romanından esintilerle geçti. Akranlarım bilir, mahallemizde bir rüzgâr esse yerdeki tozu toprağı havaya savururdu. Dağal esiyor derlerdi büyükler ve çocuklarını evden bırakmaz, dışarıdalar ise içeri alırlardı. Çünkü sokaklarımızın şanslı olanları taş döşeli, diğerleri ise bildiğimiz topraktı. Üstelik toprak damlı evler kerpiçtendi ve sürekli damından duvarlarından toprak salgılardı. Mahallenin ortasından geçen caddenin asfaltının her metresinde kırk yama vardı. Yolun her iki yanında birer metre kadar tozdan bir şerit vardı uzanıp giden, bu şeridin çoğu toz toprak kalanı ise samandı. Saman da nerden gelirdi derseniz ilk zamanlar kağnılarla, sonra da traktör römorklarında üstü açık şekilde saman taşırdı köyden şehre insanlar. Zira evlerin sıvasında kullanılan çamura bu samandan kullanılırdı.
İlk zamanlar yalnızca Pazar günleri kurulan muhacir pazarına giderdi insanlar meyvesini sebzesini temin etmek için. Yaz günlerinde ise herkes sebzesini çıkarmak için bağına bahçesine, yoksa hayat adı verdikleri avlusuna ektiği fidelerden yararlanırdı. . Herkes birbirine kendi ürettiğinden ikram eder, paylaşırdı. Evlerin hayatlarında mutlaka üç beş meyve ağacı olurdu. Bu hayatlarda bir de tulumba bulunur evde canlı hayvan varsa ki genellikle olurdu, onlara ve bitkilere su bu tulumbadan verilirdi. Su sokak çeşmesinden, bidon, helke, güğüm gibi kaplarla taşınır, çamaşır ve duş ihtiyaçları, hatta içme suyu böyle temin edilirdi. Evlere çeşme çok sonra geldi. Marketler zaten yoktu, bakkallarda ise ne bu kadar meyve sebze çeşidi ne de çikolata şeker bolluğu vardı. Pırasa, ıspanak, patates, soğan, elma, portakal… Bunlar da çok satılmazdı, herkes kendi eker, sürekli de tüketilmezdi. Kumlu birkaç çikolata, akide şekeri, iplikli şeker, horoz şeker vs. çocuklar için bulunan yiyeceklerdi. Oyuncak olarak da naylon kamyonlar, plastik toplar ve basit su tabancaları, hepsi bu…
İnsanlar, eğer bayram falan değilse yamalı pantolonlarla, yamalı kazaklarla gömleklerle günlük hayatlarında dolanır dururdu. Kimseden de bu hallerden utanılmazdı, çünkü eski bir şey giymek ayıp değildi, yeter ki kirli olmasın. Zaten öyle çeşit çeşit ayakkabı, gömlek, kazak, pantolon da alınmazdı, birer ikişer varsa yeterliydi. Bütün bunlara rağmen genciyle yaşlısıyla mutluydu, güzleri güleç, gönülleri genişti. İsyan etmek akıllarına bile gelmez, şükürleri yüzlerine, hallerine yansırdı. Perşembeyi cumaya bağlayan gecelerin manevi bir havası vardı. Camiler daha çok dolar, evlerde kuran okunur, dualar edilirdi. Cuma vakitlerinde ise birkaç kadın, birkaç çocuk olursa ancak olurdu sokaklarda, bazen iftar vakti kadar tenhalaşırdı etraf.
Bayramlar bu mahalleye bir sevinç bulutuyla gelir, herkesi mutluluk yağmuruyla ıslatır, yüzlere kocaman kocaman gülücükler çizerdi. En yeni elbiseler giyilir, ayakkabılar boyanır, eşik atlamadan komşular tek tek ziyaret edilir, yalnızların, kimsesizlerin garipliği birkaç günlüğüne de olsa gönüllerinden çıkarılırdı. Çocuklar mantar tabancalarıyla, balonlarıyla oynaşır, sokakları uçuşan şeker kâğıtları sevince boyardı. İnsanlar Allah’a daha çok inanır, daha çok güvenirdi.
Evet, yazımın başlığı Gençler Bu Yazıyı Okumasın. Tabi ki bu bir ters psikoloji, çünkü günümüz gençleri öyle bir özgürlük masalına inandırılmışlar ki yap denileni yapmıyor, yapma denilenin peşinde koşuyor. Oysa mutluluk özgürlükte değil, yukarıda anlattığım zamanlardaki gibi teslim olmakta. İnsan dünyaya hükmetmeye değil, kul olmaya gelmiştir ve bu kulluk günümüzde olduğu gibi dünyayı yöneten sahte güçlere değil, kâinatın sahibi Ekber olan Allah’adır. İnsanın değerini ortaya çıkaran şey ona duyulan saygıdır. Bu kadın için de erkek için de hatta çocuk için de geçerlidir. Öğretmenin, hocanın, kolluk güçlerin, annenin, babanın otoritesini, ona duyulması gereken saygıyı ve onların ağırlığını yok sayarak özgür de olamazsınız, mutlu da olamazsınız. Bir şeyi layık olduğu yerden indirirseniz zulüm etmiş olursunuz.
Birçok yazımda farklı şekillerde bunları anlatmaya çalıştım. Ama günümüzde nasihatlerin değeri kalmadığı gibi, musibetlerin de ibret verme gücünü elinden almışlar sanki. İnsanlar içinde bulundukları felaketlerin farkında bile değiller. Zira suçladıkları şey gerçek nedenden çok uzakta kalıyor. Nerde tutup ayağa kaldırılması gereken değer varsa, ayaklar altına alınıyor. İnsan muhasebe gücünü kaybederse nasıl doğru hesap yapabilir ki?
Sevgiyle kalın.