Hasan Ukdem
Hasan Ukdem Bizim burnumuz alışmasın

Bizim burnumuz alışmasın

İnsanın bütün ümitleri zayıf bir ip gibi kopma noktasına geliveriyor bazen. Şehrin akışına, insanların bakışına, sözün dudaklardan çıkışına bakar, hakikatle bağlantı kurmakta zorlanırım. Bunca alim anlatırken, her gün yeni yeni kitaplar basılırken, internet çağı, bilgi çağı diye övünürken ve hepsinden önemlisi buna peygamber gelmiş geçmişken yeryüzünden, insanoğlunun sonunda kendini hazcılığa teslim etmesini görmek huzurumu kaçırır. Topluma bir şeyler verebilme adına yazıp çizen biri olarak da ayrıca üzülür, bahsettiğim ümit kırılmasını yaşarım. Eskilerin dediği gibi “Söylesem olmuyor, söylemesem gönül razı değil.” noktasına gelip takılıyorum. 
 
Şehri yöneten belediyeler, çevreyi güzelleştirmek için mevsim mevsim, ay ay çiçekler dikiyor, ağaçlara bakımlar yapıyor, çimlerin yeşilini korumak için birçok insana maaş ödüyor, gayret gösteriyor, bir emek ortaya koyuyor. Bu güzel şehri dolaşıp gördüğümüz zaman, maalesef insanlarımızın bu gayrete karşı doğru refleks gösteremediğini görüyoruz. Her yerde mevcut olan çöp kutularına rağmen, yollar, kaldırımlar, parklar, kullanılmış maskeler, meşrubat kutuları, sigara izmaritleri, çekirdek kabukları gibi olumsuz görüntülere maruz kalıyor. Medeni olmak için bütün bir mazıyı yok sayıp Avrupai bir hayatın hayasız giyim kuşamını, yozlaşmış ahlakını, teknolojik yapılanmayı kabul eden insanımız, nedense onların şehirlerindeki temiz görüntüyü yakalama adına yapılan hiçbir gayrete yardımcı olmak istemiyor. 
 
Mevlâna Hazretleri anlatıyor: “Adamın biri gül bahçesine girer girmez bayılır. Çevresindekiler ne yaparlarsa, yapsın kendine gelmez. Kardeşi durumdan haberdar olunca eline bir parça sığır gübresi alır, kardeşinin yanına gelir. Elini kardeşinin burnuna yaklaştırdığında hemen gözleri açılır. Olayı hayretle seyredenlere döner. Şunları söyler: kardeşimin bütün günü ahırda, hayvan pislikleri içinde geçiyor. Kendisi gül bahçesine girince bu yeni koku ona dokundu ve bayıldı.” 
Bu çok ince masajlar veren hikâyeden sonra biraz olayı esprili noktaya çekmek için bir fıkrayla es verelim. Gelin kaynana bir gün kavgaya tutuşmuşlar, gelin lafın arasında “ben geldiğimde senin evin kokardı, ben geldim de koku moku kalmadı” demiş. Buna içerleyen kaynana: “ev yine kokuyor, kokmasına da senin burnun alıştı” demiş. Evet şaka bir yana güzel şehrimizin olumsuz görüntü vermesine izin vermeyelim, gözümüzü alıştırmayalım. 
 
Turgut Cansever: “Müslümana ait bir mimari ancak ‘Tevhid’ kavramı üzerinden geliştirilebilir.” diyor. Yazımızın girişinde şehrimizin dokusu, temizliği üzerinden övdüğümüz belediyelerimize birkaç söz de etmek isterim. Konutların yapım aşamasında, ruhsatlandırma yapılırken ve belediye bünyesinde geliştirilen konut inşaatlarında bu sözün gereği üzerinde düşünülmesini isterim. Konya'mızı yöneten dört belediye başkanımızın da bu hassasiyette olduklarını biliyorum. Belki eski mimari tam olarak uygulanamaya bilir ama, yeni projelerde bu kavramı ayakta tutacak yorumlar bulunabilir. Geçenlerde romancı yazar arkadaşım Yakup Çak’la, romanlarından biri olan, konusu huzurevlerindeki insanların sorunlarını dile getirdiği, Bütün Yollar Huzura Çıkar hakkında konuşurken şöyle bir şey söyledi: “Modern zamanlarda yapılan binaların projelerini gözünün önüne getir, oturma odası, misafir odası, çocuk odası, salon, mutfak. Ebeveyn odası olmayan evlerde yaşlılarımıza yer yok, bu yüzden de yaşlılarımız huzurevlerine daha başlangıçta itilmiş oluyor.” Çok ilginç ve üzerinde düşünülmesi gereken bir sözdü ve beni günlerce düşündürttü. Bir şehri imar etmeye kalkışıldığında, ya da bazı projeler geliştirilirken sadece o konunun uzmanları değil, şairlerin, yazarların, hatta diğer sanat erbabının da işin içinde yer alması gerekli diye düşünüyorum.  
 
Temizlikten mimariye geçen bir yazı olduğunun farkındayım. Farklı gibi görünse de aslında birbirini tamamlayan iki konu. Hayatın nabzı şehirlerimizde atıyor ne yazık ki ne yazık ki diyorum çünkü köylerimizin, kasabalarımızın da şehirlerimiz kadar cazibe merkezi haline getirilip doğal bir yaşam merkezleri olması, sağlıklı ilerlemenin bir şartı diye düşünüyorum. Tarımın gereği yerine getirilirse, şehirlerdeki insanların sağlıklı beslenmesinin yolları da açılmış olur. Hem şehirlerimiz insan kalabalığından kurtulur hem de hayat daha huzurlu hale gelmiş olur. 
Olumsuzlukları yak etmenin ilk şartı, olumlu bakmak gereğidir. Zira doru ve hakikat insanı makul olmakla görevlendirir. Bu bakış açısı sadece bizler için değil dünyanın öbür ucundaki insanlar için de fayda barındırır içinde. Yeter ki insana iyinin, doğrunun faydalı olduğu anlatılsın, gösterilsin. Eski masalları bu yüzden çok severim, olaylar karışır, gelişir ve sonunda iyiler kazanır. Bugünün hikayelerinde, filmlerinde, dizilerinde içimize acı bırakan çok sahne var maalesef.  
 
Farkındayım, insana baktıkça, şehre baktıkça sorun çoğalıyor. Konu farklılaşsa kaynaktaki dert aynı noktada düğümleniyor, insan hakikat ilişkisinin rayından çıkmasında... Gothe: “çektiğim acıları anlatayım diye Tanrım bana dil vermiş.” diyor. Ben de gördüğüm yanlışları anlatayım diye yazıyorum. 
Sevgiyle kalın. 
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Ukdem Arşivi