Tasavvufun Gereği ve Hurafeden Arındırılması
Geçen haftaki “Marmara İlahiyat Dekanı Ali Köse Ne Demek İstiyor? başlıklı yazımla ilgili olarak bir hocamız, “Senin bu yazını ateistler, deistler ve tasavvuf inkârcıları çok beğenirler. Ne dediğini anlayamayanlar seni tasavvuf düşmanı zannederek lânetlerler” dedi. Elhamdülillah “El âlem ne der?” putunu kırıp “Allah ne der?” inancını hayatının merkezine koyan birisi olarak, bağnaz tayfasının ne dediği hiç umurumda değildir. Ama benimle ilk tanışanlar, bazı tarikatların bidat ve hurafelerine yaptığım sert eleştirilerden dolayı beni “Tasavvuf karşıtı” zannederler. Fakat tanıdıkça böyle olmadığımı anlarlar. Benim de tasavvufla ilgili elbette bir görüşüm vardır. Maksadı bağcı dövmek değil, üzüm yemek olanlar için bu görüşümü şimdi sizlerle paylaşıyorum:
İnsan bedenen ve ruhen inşâ edilmeye muhtaç bir varlıktır. Günümüzde bedenî ihtiyacı karşılanan insan, nefis tezkiyesi ve ruh terbiyesi bakımından ihmal edilmektedir. İnsan, üç “K” harfinden yani KAFA, KALP ve KARINdan ibaret olarak da tanımlanmaktadır. Bu tanımla, insanın etkilenme yolları, avlanma odakları ve kendini ispat edebilmesi için sahip olduğu değer merkezleri dile getirilmiş olmaktadır. (Prof.Dr.İ.Lütfi Çakan, Hadislerle Gerçekler, 1/48.)
Çağımızda, yatırımlar daha çok karın üzerine yapılmakta, şehvetlerin ve şöhretlerin tatmin edilmesi için plan ve projeler geliştirilmektedir. Kafa ve kalp de ihmal edilmektedir.
Şu bir gerçek ki, asrımız şehvet, duygusallık ve maddeci bir asırdır. Bunları da onlara denk bir şeyle karşılamamız gerekmektedir. Kesinlikle diyoruz ki, bunları ancak tasavvufî bir terbiye ile karşılayabiliriz. Şehvet meseleleri sadece söz ile halledilemez, bilakis rûhî terbiye, çevre ve yaşantı gerekir. Maddecilik de sadece söz ile denkleştirilemez, aksine sözle beraber iman hisleri, iman zevki ve şuur gerekir. İsyankârlığın tedavisi yine sadece sözle olmaz. Allah korkusu, vera’, takva ve edeple olur. Bunun da amelî yolu tasavvuftur. (Said Havva, Ruh Terbiyemiz, sh.20, Petek Yay.)
Belki okuyucularımızın; “Hangi tasavvuf bizi ruh terbiyesine ve nefis tezkiyesine ulaştıracaktır?” sorusu, haklı olarak akıllarına gelebilir. Bu soruya cevap sadedinde önce mevcudu tespit edip yanlışı ortaya koyarsak, doğru kendiliğinden açığa çıkar.
Tasavvuf; kalbin sıhhati, nefsin temizliği ve benzeri konularla yakından ilgili olması nedeniyle, mükellef olan bütün insanlar hakkında gerekli olan bir ilimdir. Fakat tarihi seyr içerisinde bu ilme, diğer ilimlere karışandan daha çok bid’at ve hurafe karışmıştır. Bu karışan şeyler, tasavvuf ilmini bazen bilmeceye, bazen sanki ayet ve hadislerden ayrı ve ilmî olmayan herhangi bir şeye, bazen de tevhid, fıkıh ve usulü fıkıh ilimlerinden tamamen bağımsız ve alakasız, vahy kuvvetinde bir ilhama çevirmiştir. Hâlbuki bütün bunlar, diğer İslami ilimler gibi tertemiz ve asılsız şeylerden ayıklanmış olması gereken bir ilim için gerçekten tuhaf ve gariptir. Tuhaftır ki, tasavvuf kitaplarını okuyan, kendisini bir takım bilmecelerin karşısında ve İslam’ın da ötesinde hisseder. Bu ilim, ayet ve hadislerle sabit olan hakikat yolu olması gerekirken, tasavvufla uğraşanlar bunu vahyin ötesinde bir şey haline getirmişlerdir. Tasavvufun bu hale getirilmesi ise fakihleri gönülden yaralamıştır. Bu işin en kötüsü, gayretkeşlerden birçoklarının, ancak bir manaya gelen Allah’ın ayetlerinden birini ele alıp ona değişik manalar ve muhtevalar kazandırarak, bunların üzerine dağlar kadar mesele ve hükümler bina etmeleridir. Oysa bütün bunlar bir vehim ve tahrifattır. Ayet ve hadislerin yanında yer almak, onları anlamaya, anlatmaya ve hakikate ermeye gayret etmek, onlar için yeterli idi. Böyle olsaydı iyi, hatta mükemmel olurdu. (Said Havva, a.g.e., sh.12.)
Bugün tasavvufu bu hale getirenler, kör taklit saplantısına uğramış insanlardır. Bunlarla tartışmak kolay değil, bazen mümkün bile değildir. Çünkü kör taklidin hiç bir stratejisi yoktur. Taklitçi kişi tutucudur ve bir amaca, körü körüne baş koymuş insan tipidir.
Tarih içerisinde tasavvufa sızmış olan bir takım yabancı sembol, mitolojik menkıbeler, Kur’an ve Sünnete ters bidat anlayışlar, işte bu bilgisizlik ya da bilgi eksikliğinden ve kör taklitten kaynaklanmaktadır. Bugün istisnası çok az olan birçok tasavvufî anlayışlarda, ölmüş insanların ruhâniyetlerinden yardım isteme anlayışı kök salmıştır. Buna delil olarak da “İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz” (Bak: Ruhu’l Furkan, 2/82.) uydurma hadisidir. Bu uydurma söz, Kütüb-i Sitte’de yani altı sahih hadis kitabında yer almaz. Sadece İbn Kemalpaşa’nın “el-Erbaîn” adlı eserinde, kaynak belirtilmeden zikredilmiştir, o kadar.
Tasavvufa sokulan bir başka bidat da “Bir veli ölünce ruhunun, kınından çıkmış kılıç gibi olduğu”dur. Yani veli; ölümünden sonra, hayatta iken gördüğü işlevden daha çok işlev görür, müridinin imdadına ruhâniyetiyle yetişir, iddia ve anlayışıdır.
Hâlbuki her şeyi bilen Allah’ın Kitabı’nda bunun böyle olmadığına dair açık ayetler vardır; Hz. İsa (a.s.)’ın ahirette yapacağı konuşmayı veren şu ayet üzerinde düşünmek gerekir: “Allah, kıyamet günü şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa! Beni ve anamı, Allah'tan başka iki ilah edinin dedin mi?’ diye sorduğu zaman İsa şöyle cevap verecek: “Hâşâ! Seni tenzih ederim, hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Bunu söylemiş olsaydım sen muhakkak bilirdin! Sen benim içimdeki her şeyi bilirsin, hâlbuki ben senin zâtında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin!” “Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim. ‘Benim de rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz' dedim. İçlerinde bulunduğum sürece onları gözetiyordum. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun, Sen her şeyi görüp gözetirsin.” (5Maide: 116-117)
Büyük peygamber Hz. İsa öldükten sonra ümmetinden habersiz oluyorsa, ölen bir velinin ruhunun kınından çıkmış kılıç gibi olması nasıl kabul edilebilir?
Namazlarında günde kırk defa “İyyakenesteîn/ancak Sen’den yardım isteriz.” diyen bir mü’min, nasıl olur da Allah’tan istemesi gereken yardımı, Allah’ın berzah âleminde tuttuğu velilerin ruhlarından isteyebilir? Bu, tevhid inancıyla bağdaşır mı? Yüce Allah: “Darda kalmış kişi dua ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hâkimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir ilah mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz” (27 Neml:62) buyuruyor.
Güç yetirilemeyen konularda Allah’tan başkasından yardım istenir ve o yardım istenenin de yardıma koştuğuna inanılırsa, artık kim Allah’a sığınma ihtiyacı duyar?
Bu ve buna benzer sayısız bidat, hurafe ve mitolojik anlayışlardan bugünkü tasavvufumuzun arındırılması gerekmektedir. Kur’an ve Sünnet ayakları üzerinde durmayan anlayışlar, insanı saptırır. Meşhur tasavvuf ulularından Ebu Süleyman ed- Dârânî: “Halkın söylediklerinden bir nükte kalbime damladığında, bunu Kitap ve Sünnet’ten iki adil şahit ile kabul ederim. Çünkü Allah benim için hatasızlığı başkasında değil ancak Kitap ve Sünnet’te garantilemiştir.” der. (Said Havva, a.g.e., s.16)
Tasavvufî mirası tümüyle reddetme ve tümüyle kabul etme gibi bir tercih yoktur önümüzde… Bu nedenle alınacak ve terkedilecek şeyler için bir ölçü gereklidir. O ölçüyü de Rasûlullah (sav), Veda Hutbesinde “Size iki şey bırakıyorum, onlara tutunursanız sapıtmazsınız. Onlar da Allah’ın Kitabı ve Rasülü’nün Sünnetidir” buyurarak ortaya koymuştur. Ne mutasavvıflar, ne de başkaları hatasız değildir. Hatasız olan ancak Kur’an ve Sahih Sünnettir. Gerisi lâf-ı güzâf!