Ödev ve hayaller
Ödev ve hayaller
“İnsanın ödevi başka, gönlü başkadır,” der Yaşar Kemal. Bundandır, kesinlikle bundandır. Ödevimizi sevmediğimiz, ödevimizi nasip bilmediğimiz için sevmeyi, merhameti, adaleti -ki buna adalet de denmez-, yemeyi, içmeyi, işimizi, eşimizi ve hatta toptan yaşayışımızı ödev saydığımız için gönlümüz olmayacak yerlerde uçup duruyor. Başka diyarlarda, başka göklerde uçup duran, her gün yeni bir hayalle kanat çırpan gönül kuşumuz şunu da biliyor elbet: “Taneleri uçarak toplayamayız. Sert zemine, yere konmak ve taneleri tek tek gagalayarak toplamak zorundayız.”
Yemyeşil kırlarda dörtnala at koşturmayı düşleyebiliriz ancak sonuçta kalbimiz kendine bir patika bir yol bulur ve oradan yürümeye devam eder. Duruşumuz, becerilerimiz, yaptıklarımız da insanların gözünde anlam kazanıyorsa eğer, şükretmeliyiz.
Sadece engeller olduğunda yaşadığımız yola dikkatimizi veririz. Bunu hepimiz bilir, söyler ancak ayağımıza her taş değdiğinde de feveran etmekten geri durmayız. Oysa hiçbir şey insanoğluna acılar kadar ders veremez.
Uçar gibi yürürdü
Dedem, ninem için şöyle derdi: Yumurtanın üzerinde yürüse yumurtayı kırmaz!
Gerçekten de öyle hafif, uçar gibi yürürdü yeryüzünde.
J. Steinbeck oğluna yazdığı bir mektupta şöyle der: “Kızlar ne hissettiğini bilir ancak bunu duymayı da severler.”
Kadınlar bütün ayrılıklara karşı doğuştan korku duyarlar.
"Aşk, bilinmeyen ve bilinemeyen şeylerden kuvvet alır"
İsim veremediğimiz
Ümitsizliğin verdiği bir sessizliğin ve kederlerin gölgesinde büyüyüp serpilen duygusuzluğun üzerimize çöktüğü zamanlar olacaktır. Bu durumlarda elimiz ayağımız, sözümüz durur. Kabuğumuza çekiliriz. Küseriz. Bekleriz. Ne beklediğimizi de bilmeden. Yeni bir şey olmayınca, neşesizlik, boşluk, hasret ve keder, hepsi üst üste çığ gibi yuvarlanmaya devam eder. Ölmeyiz. Yaralanır ve yaşamaya devam ederiz. Bir insanın üstüne neden ve nasıl olduğunu bilmeden çöken o ağır, sessiz kederleri yeter derecede tanıyorum. Ruhumuzda bizi başkalarından farklı bir insan yapan, onlara bakınca bizi daha değersizleştiren bir karanlıktan geliyor bunlar. İsim veremediğimiz şey budur. Fakat bu küllerin içinden bir Anka kuşu gibi eskisinden daha ateşli, daha güzel olarak uçup yükselebilir insan…
Cenneti beklediklerimiz
Yorgun olan yormaz. İnsan insana sözünden, bakışından önce tesir eder. Kokusunu salan hanımeli gibi, yaklaşmakta olduğumuz ırmağın serin soluğu gibi. İnsan insana bu rikkatle bakamadığı için olsa gerek saatlerce konuşuyor, bakıyor, sarılıyor, yine de bir yere varamıyor. Kendini tanımayan, tanımaya çalışmayan insanın bir başkasını tanımaya çalışması boş bir heves. Yalnızca sevgi ve merhametle yol alabiliriz. Bunlar için tanımaya da gerek yok zaten. Selamından mutlu olduğumuz insanlar var. Önümüze çıkanlar, önlerine çıktıklarımız. Ve doymadıklarımız. Doymak için cenneti beklediklerimiz…
Hayatın sonu kimseye uzak değildir. Kendi sorularımızı bulmalıyız. Mesela; “Yeteri kadar çalıştım mı?” “Güzel sevdim mi?”, “Kulluğumu yerine getirdim mi?” “Kıymetim nedir?” “Yaşadığım hayata ne kattım?” “Yaşadım mı?..”
“İnsanoğlu ne kadar çabalarsa çabalasın bir türlü ödeyemeyeceği bir borçla doğar. Bu borç önünde yığılır ve birikir. Onun içindir ki zamanında vermek, ödemek gerekir. Eğer bu borcu hiçe sayarsan bu seni zehirler. İnsan, insana borçludur. İnsanoğlu verdiği ile ölçülür.”
Notlarım
Bazen, övmenin ölçüsünü kaçırıyor, sevdiğimiz insanlara öylesine meziyetler, güzellikler, marifetler yakıştırıyoruz ki anlattıklarımızı duysalardı kesinlikle itiraz ederlerdi.
Maddi bir şeye ihtiyaç duymadan mutlu olmak suçtur!
Yatağını yoncalardan yapıp üzerine yıldızları örten sığır çobanlarına imreniyorum.