İyilikler bizde kalsın
Fonda Ahmet Kaya şarkı söylüyor. Bazen, hiç olmayacak bir şarkıda, bir türküde ağlamaklı oluyor insan. Kaybettiklerini hatırlıyor; hatıraları, sarılmak isteyip de sarılamadıklarını… Bu dünyanın faniliğini anlamak için daha ne olması gerekiyor. Yine de sevgi ve merhamet arıyoruz, kalbimize bir kalp arıyoruz, sığınmak istiyoruz. Elimiz tutulsun istiyoruz. Bunları isterken, bu istediklerimizi bizim yapmamız gerektiğini unutuyor muyuz acaba? Unutanlardan olmayalım. Sevelim, sarılalım, verelim, affedelim. İncindikçe daha bir merhametli olalım. Rabbimizin bizi unutmadığını, unutmayacağını aklımızdan çıkarmayalım. Sevelim iki gözüm, canımız çıkasıya, burnumuzun direği sızlayasıya sevelim ve sevgimizi insanların gözüne sokmayalım. Sevelim ve esenlik olalım. Anne ve baba duası alalım. Anne baba duası alanın sırtı yere gelse de gönlü yere düşmez. Türkü dinleyelim, cami şadırvanlarında oturalım, ıssızlıklarda namaz kılalım, tebessüm olalım, alan değil veren olalım, bize gelen merhamete gelsin. Bize gelen, bize gelsin. Kalbimizin pusulasını düzeltelim. Yenilirsek kalbimize yenilelim.
İnsan yüreğine çiçekler ekmeli. Bir başka bahçede çiçek olup olmaması bizim derdimiz değildir. Hepimiz kendi gönlümüze bakalım. Bir insan çıkar gelir, postallarıyla girer çiçek bahçemize, bütün çiçeklerimizi ezer. Canımız yanar. Yaşamaktan soğuruz. Güvenimizi kaybederiz. Hepsi ve daha fazlası mümkündür de hepimiz çektiğimiz sıkıntıyı biliriz. (Rahmetli anacığım, “Uşuğum, habu karnımda ne çok ateş var.” derdi de ne demek istediğini anlamam için zaman ve yaşamam gerekiyormuş. Annem, dokuz çocuğuyla gurbette yaşıyordu. Bize “Lazlar” veya “Yorgancılar” der ve küçümserlerdi. Babamız da gurbetteydi. Annem Kerime Nadir okuyan, cebir bilen ve hayata tutunmaya çalışan bir kadındı. Aynı anacığım her gelene erinmeden sofra kuran, gelen misafirini çam sakızı çoban armağanı hediye ile uğurlayan, gittiği yere de eli boş gitmeyen, yüzünden tebessümünü de eksik etmeyendi. Sabah namazına kalkar, camları, kapıları açar, kapımızın önünü ıslatır ve süpürürdü. Komşularıyla iyi geçinir, kendi yaşlılığına kadar, yaşlı ve bakımsız kadınların evine gider, onları yıkar, tırnaklarını keser, bunu da kimseye söylemezdi. Anne güzellemesi yapmak değil muradım –yapsam da mahsuru yok-, muradım şu: Hepimiz kendi gücümüz nispetinde sınanıyoruz ve bunun son nefesimize kadar devam edeceğini unutmayacağız. Bütün dert ve sıkıntıların, bizim daha iyi insan olmamız için eşik olduğunu görmemek çok kötü bir körlüktür. Yine kendimden biliyorum ki, çektiğim birçok sıkıntının kaynağı, yürüdüğüm yolun yanlışlığındandır. Hal böyleyken nasıl tutup şikâyet edebilirim.)
Hepimiz meşrebimize göre birilerinden etkilenir ve istifade ederiz. Bu birbirimize, güzel ve gönüllü borcumuzdur. Mehmet Ersöz Hocam, bir dersin sonrasında şöyle demişti: “Tavuk bir yumurta yapana kadar sokağı ayağa kaldırır ancak inek yavrusunu doğururken yan tarafta olsan da duyamazsın.” İyi ve güzele dair yaptıklarımız, bazen gerçekten yumurta örneğine benziyor. Ortalığı ayağa kaldırıyoruz, ayrıca beti bereketi de kaçıyor zaten. Ve hepsinden öte –salat ve selam üzerine olsun- peygamberimizin hadisi dün de, bugün de, yarın da hep geçerli olacak. Ne diyordu peygamberimiz: “Sağ elin verdiğini sol el görmemelidir.” Bir güzellik yapıyoruz, kırk kişinin haberi oluyor; olmasın.
Hayatlarından memnun insanların kibirli, manasız konuşmalarından uzak duralım iki gözüm. Gözlerindeki yalnızlık hissi gördüğümüz insanların ellerinden tutalım, sırtını sıvazlayalım. Ağlaması, neden cezalandırıldığını bir türlü anlamayan ufak bir çocuğun küskün ağlamasına benzeyen insanlara akıl vermeyelim, merhamet edelim. İnsanı kurban eden kurumları, yapıları, okulları, sistem ve ideolojileri bırakıp kurbanın kendisini suçlamayalım. Varlığımızın bir yanı hep çocuk, hep merak eden ve şaşıran kalsın. Hayata ne verirsek hayat da bize onu geri verecektir.