İdareciler Bilsin ki İslam “Açık Toplum” Önerir
İslamî yönetim biçimi, kesinlikle buyurgan ve totaliter değildir. Emretme makamında olanlara “Nasıl olsa ben emretme makamındayım, bana itaat edilmesi gerekir, emrediyorsam yapmak durumundasınız” deme hakkını vermez. Emretme makamında bulunan kişi, kamu hukukunun bir tecellisi olarak, kişilerin seçimi ve hür irade beyanı ile o makama geçmiştir. O makam, kamu adına vekâleten iş görme makamıdır. Valiler de kamu tarafından seçilmişlerce atananlar olarak merkezi hükümet adına yerel idari işleri deruhte ederler. Dolayısıyla yapılan işler kamu menfaatine uygun olmalıdır.
Dört halife devrinden sonra, Emevilerle başlayan saltanat dönemine kadar, bizim toplumumuz açık bir toplum idi. İdareciler, yani peygamberimiz ve dört halife, ashaba rahatça kendilerini ifade etme hakkını veriyordu. Çünkü ifade özgürlüğü, bir insan hakkı idi. Sahabe, gördüğü yanlışı, edebine uygun olarak düzeltiyor, kafasına yatmadıysa, doğrusunun ne olması gerektiğini ifade ediyordu. Bu imkânı ve medenî cesareti, o günün güzide idarecileri veriyordu. Azarlama ve toplumun dışına itmek yoktu. Tahammül, hoşgörü, sabır ve ikna etme prensiplerini işletiyorlardı. Bu konu ile alakalı, gerek peygamberimiz, gerekse dört halifeyle ilgili birçok tarihi belge vardır. Konuyu uzatmamak için sadece birini burada naklederek, açık toplumun nasıl işletildiğinin bir fotoğrafını göstermek istiyoruz:
İran Seferi, Hazreti Ömer'in hilâfeti zamanında yapılmış ve bol miktarda ganimet elde edilmişti. Ganimetler arasında kıymetli kumaşlar da vardı. Harpten dönüldükten sonra kumaş ve diğer ganimetler ashap arasında dağıtılmış ve herkes hissesine düşeni almıştı.
Hz. Ömer, kendisininki ile oğlu Abdullah'ın hissesini birleştirerek üzerine bir hırka diktirdi.
Bir Cuma günü üzerindeki yeni hırkasıyla hutbe irad etmeye çıkıp:
-Ey mü'minler, beni dinleyin ve bana itaat edin! diye hutbe okumaya başladığı zaman, ashaptan Selman (r.a) ayağa kalktı ve:
-Üzerindeki elbisenin hesabını vermedikçe seni dinlemiyor ve sana itaat da etmiyoruz. Çünkü ganimetten bize düşenle bir elbise yapmak imkânsızdı. Sen nasıl oluyor da elbise olabilecek kumaş alabiliyorsun? dedi.
Hazreti Ömer, o sahabinin konuşmasını dinledikten sonra, oğlu Abdullah'a:
-Ey oğlum Abdullah, kalk da cevap ver, dedi. Abdullah bin Ömer, ayağa kalktı:
- Allah'a yemin ederim ki, babamın üzerindeki kumaşın yarısı benim hisseme düşen kumaştır. Babam ikimizinkini birleştirdikten sonra elbise yaptı, diyerek meseleyi izah etti.
Hz. Ömer'in oğlunu dinleyen Selman (r.a) ayağa kalkarak:
-Ya Ömer, şimdi konuş. Hem seni dinliyor ve hem de itaat ediyoruz, dedi. Hz. Ömer de ancak ondan sonra hutbesini okumaya devam etti.
İşte, “Gerçek İslam”ın egemen olduğu ortamda, hiçbir iş, körükörüne yapılmıyordu. Denetlemek, itimada engel değildi. Çünkü halkın denetleme hakkı vardır. İdare makamındakiler, halk adına iş yaparlar. Halk asıl, idareciler onların vekilidir. Vekil, istendiğinde, asıla hesap vermek zorundadır.
İşte, Hz. Ömer’in o asil tutumundan; yanlış gördüğü bir durumun mahiyetini öğrenmek isteyen bir yönetilen kesim ve bu yanlış anlaşılmayı ikna ederek düzelten saygılı bir yönetici fotoğrafı açığa çıkmaktadır. Bu fotoğraftan, günümüzün büyüklü küçüklü idarecilerin, cemaat liderlerinin, üyelerinin, hatta çağdaş devletlerin alacağı dersler vardır. Üyelerine ve vatandaşlarına, endişelerini dile getirme fırsat ve imkânı vermelidirler. Her itirazı ve meramı, başkaldırı ve muhalefet olarak görmemelidirler. Edebine uygun ve fitneye meydan vermeyecek olan muhalif tavır ve fikirlere de açık olmalıdırlar. Çünkü insanlar tek tip değildir. Birbirlerinin çoğaltılmış fotokopileri hiç değildir.
Halkın; devlet başkanını, idareci ve görevlerini kontrol etmedeki hakkı, İslam’ın ilk asrında en güzel şekliyle yürürlükteydi. Hatta İslam devlet başkanları, gidişlerinde sapma gördükleri zaman, halkı kendilerini düzeltmeye veya kontrol etmeye davet ederlerdi. Bununla ilgili ilk tatbik şekillerini tarih bize aktarmıştır. Mesela Halife Hz. Ebû Bekir, hitabesinde: “Eğer doğru gidersem bana uyunuz, saparsam düşürünüz” diyerek bunu seslendiriyordu. Halife Hz. Ömer’e ait bir hutbede de halkı, murakabeye/denetlemeye davet vardır: “İçinizden biri, doğrudan ayrıldığımı gördüğü zaman hemen davransın.” Hazır olanlardan biri: “Allah adına söylüyorum ki, eğer sende bir sapma görürsek kılıcımızla düzeltiriz” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Muhammed ümmeti içerisinde, Ömer’i kılıçla düzeltecek kimseler kılan Allah’a şükürler olsun” dedi. (Prof. Dr. Abdülkerim Zeydan, İslam Hukukunda Fert ve Devlet, s.64-65)
Bütün bu örnek davranışlar, tarihte yaşanmış bitmiş vakıalar olarak algılanmamalıdır. Bunlar İslam siyaset anlayışının tâ kendisidir. Yöneticilerimiz, tarihin bu şeref levhalarını, hikâye gibi okuyup geçmeden, içlerine sindirmeli, özümsemeli ve bilinç haline getirerek uygulamalarına yansıtmalıdır. Çünkü yöneticilik makamı efelenme makamı değil, hizmet makamıdır. Yönetici yanlışları düzeltirken güce sığınmaz, karşı tarafın onurunu koruyarak sosyolojik ve psikolojik kurallara göre hareket eder. Rasûlullah (sav) bir yanlış yapan gördüğü zaman, direk kişinin şahsını nişan almaz ve “İçinizde şöyle şöyle yapanları görüyorum” diyerek hataya nişan alır ve o hareketin yanlışlığını ortaya kordu. Yürüyen Kuran veya bir başka ifade ile Kur’an’ın ete-kemiğe bürünmüş şekli olan O gaye insan, ufuk Peygamberi örnek alırsak, yanlışları daha sağlıklı bir metotla düzeltmiş oluruz. Arz ederim.