Covidler Göçü, Tepkisel Refleks mi, Felsefi Tercih mi?
Şeyh Edebâli'nin, damadı Osman Gazi'ye vasiyet babında söylediği: "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!" sözü, bu topraklardaki hayata ve insana dair en önemli felsefi ifadelerden bir tanesi olarak kabul edilebilir. Özdeyişteki, insanı yaşatmaktan kastın, "insana yiyeceğini, içeceğini ver, fiziki ihtiyaçlarını karşıla", anlamından daha ziyade; "insana, insan olarak değer ver, onu koru, kolla, gözet, tercihlerine saygı duy. Yaratılanı yaratandan ötürü sev!" anlayışı olduğunu ifade etmek gerekir.
Bu felsefe Osmanlı'nın altıyüz yıl boyunca hakim olmuş olduğu coğrafyalarda, yüzyıllar boyunca yaşatılmış ve bu anlayış sayesinde dini, dili, ırkı, ekonomik durumu farklı insanlar, Osmanlı hakimiyeti içerisinde, öz kimlikleriyle yaşayarak kültürel ve sosyolojik varlıklarını sürdürmüşlerdir. Anadolu'da yan yana yaşayan Rum, Ermeni ve Müslüman Türk komşular arasında tarih boyunca, büyük çaplı herhangi bir çatışma söz konusu olmamıştır. Son yüzyılda, İmparatorluk coğrafyasındaki bu sosyolojik çeşitliliği Osmanlı aleyhine kullanmak isteyen bir takım lobilerin devreye girmesine kadar bu durum devam etmiştir. Bu felsefi anlayışın toplumda hakim olduğu sınırlar dahilinde, ikinci sınıf diye tasnif edilen bir insan topluluğu olmamıştır. Yine bu anlayış kendisine sığınan insanları ekonomik durumuna, dinine, diline, ırkına bakmaksızın himaye etmiş, onları bu şemsiyenin altına kabul etmiştir. Ancak Osmanlı'nın son döneminde dışarıdaki bir takım lobilerin ve locaların, farklı devletlerin istihbarat ajanlarının kışkırtması ile bu çok kimlikli yapı bozulmuş ve neticesinde Osmanlı'nın tarih sahnesinden çekilmesine kadar giden yolun taşları bu şekilde döşenmiştir.
Kuşkusuz bu felsefi anlayış, İslam'ın ahlak ve adalet anlayışından kaynaklanan bir düşünce sistematiğinin ürünüdür. Zira İslam Ahlakında, cömertlik, infak, ihsan, yardımlaşma, şefkat, merhamet, isar, saygı, mürüvvet, itiyat, uhuvvet, müsavat, insanı yüceltici hasletler olarak İslamın temel öğretisinde vurgulanmış olan mefhumlardır. Bunların içerisinde belki de, "İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın!" anlayışına kaynaklık teşkil eden ve toplum tabanında geniş bir karşılık bulmasını sağlayan ahlaki erdem îsâr duygusudur. Îsâr, başkaları için özveride bulunmak mânâsına gelen bir ahlak terimidir. Sözlükte, bir kimseyi veya bir şeyi diğerine üstün tutma, tercih etme olarak tarif edilen îsâr İslam ahlak kavramı olarak; "bir kimsenin kendisi ihtiyaç içinde bulunsa bile, sahip olduğu imkanları başkalarının ihtiyacını karşılamak üzere kullanması, başkasının yararı için fedakarlık da bulunması" demektir. "Başkasını kendisine tercih etme..." Bu başkasının, dili, dini, ırkı belirleyici bir unsur değildir.
Îsâr, yardımlaşmanın ya da cömertliğin de ötesinde fedakarlık gerektiren bir haslettir. Bugün bu haslete toplum olarak epey uzağız ki artık îsâr duygusunu Hubble Teleskobu ile görmek bile neredeyse imkansız hale geldi. Batı felsefesinin ahlak anlayışında, David Hume, Henri Spencer, William James gibi filozofların faydacılık felsefesi gereği "insanın aslî tabiatında, bencil duyguların hakim olduğu" vurgusunu körü körüne bir batılılaşma sevdası olarak yaşam biçimi haline getirdik. Yine Schopenhauer ve Nietzsche gibi, "insanın özünde çok daha köklü bir egoizm ve bencilliğin olduğu" söylemlerini ve savunmalarını yegane doğru gibi kendi hayatımıza aktarıp, bir ahlak felsefesi haline getirdik. Günümüzde, insanımızın sadece kendi egosunu ve konformizmini düşünerek, diğer insanların hayatını tehlikeye atacak biçimde davranmaları, ben merkezli hareket etmelerinin temel sebebi de budur diyebiliriz.
26 Nisan Pazartesi gerçekleştirilen kabine toplantısında çıkan tam kapanma kararının akabinde başta İstanbul olmak üzere kısmen Ankara-İzmir gibi büyük şehirlerden 2 milyon civarında, 18 gün boyunca çalışmadan da para harcayapabilecek ekonomik yeterliliğe sahip insanın, Bodrum, Marmaris gibi tatil beldelerinde ki yazlıklarına veya konaklama tesislerine akın etmeleri şunu gösterdi ki artık virüsün daha geniş kitlelere yayılabileceği, bir yılı aşkın süredir fedakarâne görev yapan sağlık çalışanlarının emeklerinin bu Covid-19 göçü sebebiyle heba edilip, çöpe atılabileceği gibi ihtimaller bile kimsenin umrunda olmadı. Bu Covidler göçü, basit bir tepkisel refleks değildir. Bu durum Batı Ahlak Felsefesi ile dönüştürülmüş olan toplumun, sadece kendi çıkar ve menfaatlerine odaklı, sadece kendini düşünen bireyci bir hayat felsefesine sahip olduğunun bir göstergesidir.
Bu egoist tutum ve davranış -yazlığım var ki gidiyorum, param var ki harcıyorum- sadece topluma karşı olan, bir davranış değil, aynı zamanda devlete karşı da olan bir davranıştır. Toplum hayatımda farklı ekonomik sınıfların bir arada, denge içerisinde yaşamasının en insani ve ahlaki yönü İslam ahlakında îsâr duygusuyla temin edilmiştir. Îsâr, merhamet ve şefkatle, insana hürmetle ve kendisini diğer insanın yerine koyarak, empati yaparak yaşamakla mümkün olabilecektir. Bu ahlaki erdem, toplum hayatından çıkarıldığı zaman geride toplum katmanları arasında kine, hasede, çatışmaya dayalı bir kaos ve keşmekeşin hakim olması tabii bir sonuç olarak karşımıza çıkabilmektedir. Kendi rahatını ve konforunu düşünüp, elindeki imkanları sadece kendi egosu ve menfaati doğrultusunda değerlendirip," ben rahat olayım, benim rahatım kaçmasın, başkası ölürse ölsün banane...!" anlayışı maalesef bu toplumda yerleşik bir hayat felsefesi haline gelmeye başlamıştır. Bu tehlikenin farkına varmamız gerekmektedir. Şayet îsâr duygusunu ve bu ahlaki erdem'in yan dalları mesabesinde olan ihsan, cömertlik, yardımlaşma, merhamet, saygı gibi hasletleri yeniden ihyâ etmediğimiz müddetçe toplumsal ve sınıfsal çatışmalara kapı aralanmış olacaktır.
Covidler göçünü gerçekleştiren, konformizmi yaşam felsefesi haline getirmiş, bu topluluğun, aynı zamanda ülkenin yüzde doksandokuz nüfusunun Ramazan Ayında olması ve oruçlu olmasını tahkir ve tezyif mânâsına gelecek şekilde alkollü içki alamayacaklarını, alkol satan yerlerin kapanmaması gerektiğini dillendirmeleri ve yasak başlamadan önce alkollü içecek satan büfelerin ve marketlerin önünde uzun kuyruklar oluşturmaları, bu topraklara ve coğrafyaya hakim olan kültür ve medeniyete ne derece uzaklaştıklarının da bariz bir göstergesidir. Tarih kitaplarımızda ya da yakın tarihe şahit olanların anlatımında şu tür örneklere rastlamanız mümkündür. "Ermeni veya Rum bir komşularımız vardı. Ramazan ayında Müslümanlara saygısızlık olmasın diye aleni bir şekilde yeyip içmezlerdi." Ancak günümüzde Ramazan ayında oruçlu olmak sanki bir kabahatmiş gibi ve Ramazan'da aleni bir şekilde içki içmek de bir marifet veya medeniyet göstergesi imiş gibi bir hâle dönüştürüldü. Ramazan başından itibaren ekranlara çıkan, yirmi gündür orucu bozan ve bozmayan haller ile orucun faziletlerini anlatan hocalarımız galiba büyük resmi görmek istemiyorlar. Modern toplumdaki felsefi ve ahlaki dezenformasyon maalesef bir çığ gibi büyüyor. Erdemli bir toplum için saygı, îsâr, empati ve diğergamlık şart. Sakız çiğnemek, orucu bozmuyor ama konformist, sekülerist, egoist bir anlayış insanı İslam'ı ve toplumsal dayanışmayı bozuyor. Umarım herkes üstüne alınır...