Şerife Oktar
Şerife Oktar Çınar yaprağı

Çınar yaprağı

     Koca bir günü daha ağırlayan şehir yorulmuştu. Gün doğumuyla beraber artan kalabalığı, şehrin insanlarını, kedisini-köpeğini, karıncasını-böceğini taşıyan kaldırımlar iyice yorulmuş, yıpranmış, güzel bir uykuyu hak etmişti. Hak etmişti etmesine ya, insanlar bir türlü rahat bırakmıyordu ki onları!

    Gün batımından önce orada olmam gerekiyordu.

    Mütemadiyen önünden geçtiğim fakat yarım saat olsun gölgesinde dinlenmeye zaman ayıramadığım yaşlı mı yaşlı bir çınar ağacı gözüme ilişti. Baba gibi heybetli, devlet gibi kudretli bir ağaçtı koca çınar. Yeşilden sarıya dönmüş yaprakları hazan kokuyordu. Koca bir orman içinde yaşaması gerekirken acaba neden şehrin betonları arasına itilmiş, münzevi bir hayat yaşamaya sürüklenmişti?

   Nedenini bilmiyor değildim.  Önceleri Ulu Cami'nin sadık dostu olduğunu bildiğim bu ağaç epeyce yaşlanmıştı. Cami de tıpkı ağaç gibi asırlıktı. Duyduğuma göre zamana meydan okuyan çınar kökleriyle caminin kemerlerini yıpratmış, küflendirmiş hatta içine kadar zarar vermişti. Şehrin yetkilileri olayı öğrendiklerinde caminin tarihi önemine binaen onu daha fazla yıpratmaması için ağacı yerinden sökmüş, kendisine zarar verdiği gerekçesiyle sadık dostu camiden ayırmıştı. Oysa bilmiyorlardı ki ağacın köklerinin de tıpkı bütün canlılar gibi ibadete susamış olabileceğini.

   Koca çınar yapraklarını döküyordu işte. Hayır, hayır, mevsim sonbahar olduğu için değil, Ulu Cami’den ayrıldığı için. Yerini de sevememişti üstelik. Artık hem çevresindeki ağaçlardan uzak kalmıştı hem de Ulu Cami'den. Yemyeşil, dipdiri yaprakları solmuş, bedbin bir hâleti ruhiye ile rüzgara direniyordu.

Kurumuş, yer yer çatlamış, yıllara meydan okuyan bir ihtiyar eli gibi sarı çınar yaprakları dallardan şerha şerha düşüyor, şehrin kalabalığında savruluyordu.

Mevsimlerden sonbahardı. Koca şehir yorgundu. Çınar ağacı ise solgun…   

    Yıllar yılları kovalamış, ikimiz de büyümüştük. O, çok istediği fakülteye yerleşme hayalleri kurarken, ben öğretmen olmayı hayal ederdim.

     Abla, neden artık oyun oynamaz olduk? Sahi, eski günleri ne çok özlüyorum. Babam erkenden işten gelirdi. Biz, o gelene kadar ödevlerimizi bitirir, sırada hangi oyun varsa büyük bir neşe ile onu hazırlardık. Beş taş, kızma birader, hımbıl en sevdiğimiz oyunlardı. Babam tüm yorgunluğunu bizimle unutur, borcu, derdi, su faturasını, ev kirasını sadece o zamanlar aklından çıkarırdı. Bizimle çocuk olurdu adeta. Annem önceleri pek yanaşmazdı. Boş vakit geçirmeyi sevmezdi ama bize de kıyamazdı. Özellikle de bana. Bilirsin.

     Sana o gün bir söz söylemiştim ve sen dakikalarca düşünmüş, yutkunmuş, gözlerinden süzülen damlalara aldırmadan bana umut dolu cümleler fısıldamıştın. Abla, gerçekten bu yıl yazıyla kışıyla, baharıyla güzüyle beraber geçirdiğimiz son yıl mı? cümlesi bir anda ağzımdan çıkmıştı. Bu cümleyi kurmayı çok düşünmüştüm ama seni bu kadar üzeceğini bilemedim. Affet.

     Allah korusun ki ailemizden kimse ebediyete göçmüyordu. Yalnız, fark etmesek de biz büyüyorduk. O çok sevdiğim Galatasaray formam bile bana küçülmüştü artık. Oysa o formayı almak için ne çok ağladığımı hatırlarsın.

    Ablacığım biz büyüdük. Oyun çağını çoktan geçtik de, aileden yaprak dökümü bile başlamış bizden habersiz. Evet, sen gidiyorsun. Dört yıl bizden uzak bir şehirde üniversite okuyacaksın. Sonra mesleğe atılıp Türkiye’nin bilmem hangi şehrinde, bu şehrin bilmem hangi köyünde bir köy öğretmeni olacaksın. Bilirim bunlar hayallerindi. Önce kep fırlatmak, sonra gelinlik çiçeğini atmak isterdin. Zamanla bizden uzak bir hayat kurup bu mutlu günlerimizi, çocukluğumuzu unutacaktın.

     Oysa benim senden başka bir arkadaşım yoktu ki. Emre diyeceksin biliyorum. Emreler bizim mahalleden taşınalı yıllar oldu. Ve çoktan izini kaybettim. Ne lisede bir arkadaş bulabildim senin kadar yakın, ne de yeni apartmanımızda...

   Abla biz büyüdük. Sorumluluklarımız arttı. Doğal olarak hayattan beklentilerimiz de. Hayat merdivenine çıkmanın daha kolay yolu yok mu söylesene. “Ağır ağır çıktığımız bu merdivenlerden” bir çırpıda mı ineceğiz?

   Heey! Kenara çekiiil!

   Dıııııııııııt!!!

   “Bacım sen kör müsün ya? Dağ başında mı yaşıyoruz? Karşıdan karşıya geçerken sağa sola bakmaz mısın sen?”

    Elimdeki sarı çınar yaprağı birden yere düştü. Kardeşim de, hayallerim de birden zihnimden silindi. Adam öfkeyle gözlerimin içine bakıyordu. Bal rengi gözleri, kıpkırmızı yüzü, haşin duruşuyla kavgaya hazır bir hali vardı. Hızlı hızlı soluk alıp veriyordu.

    “Sana diyorum hanııım!!! Az daha ezilecektin. Dikkat etsene. Tarlada mı yürüyosun? Sonra ezeceğim suçüstüme kalacak. İyi ya. Akşam vakti bela mı alacağım başıma? Hadi bacım hadii. Dikkatli ol. Akşam akşam adamı günaha sokma!”

    Korktum. Tek bir söz söyleyemedim adama. Aslında hızlı yürüyordum. Ne olduysa o sarı çınar yaprağı yüzünden oldu. Onu görünce ailemin de yapraklarının döküldüğü... Ooof, her neyse. Çok geciktim. Umarım öğrencim beni göremeyince geri dönmemiştir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şerife Oktar Arşivi