Başka bir gurbet
“Kendi kendime biz gurbetin insanlarıyız diyorum. Mesafelerin terbiye ettiği insanlar.”
İnsan sevdiği şeylerden uzak kaldığı zaman adını koyamadığı bir kederin içinde yaşar. Eğer bu uzaklık sevdiği insanla ise daha da büyür bu keder ve yaşadığı dünya bir gurbete dönüşür. Ancak bu gurbetçiliğin, mekânsal gurbetçilikle ayrıldığı noktalar vardır. Vatanından, şehrinden, köyünden uzakta yaşayanlarda hüznün yanı sıra bir özgürlük hissi de oluşur. “Beni burada kimse tanımaz, bir tanıdığa rastlama imkânım yok” diyerek davranışlarında ve kararlarında sorumluluk duymaz. Oysa sevdiğinden uzak olan insan sürekli onu düşünür ve her an her yerde onunla olduğu için özgür olamaz. Ve mesafeler aşığa sorumsuzluğun, özgürlüğün ihanetin yollarını kapatır. Aşktan daha etkili bir terbiye edici bulmak güçtür.
“Bazı kapıların bize kapalı görünmesi, önünde değil, arkasında bulunduğumuz içindir.”
Seven insan sadakatin eşiğini aşmaz. Hep o kapının ardında yaşar ve arkasında kalarak kimliğini korur. Hayat sevgilinin düşüncesiyle soluk alır yüreğinde. Bir tercihte bulunan insan o tercihin muadili olan şeylerden vazgeçmiş demektir. O yüzden aşkın kapısı açık da olsa seven o mekândan gitmeyendir. Hatta açık ya da kapalı olduğunun bile farkına varmaz o kapının. Çünkü onun gitmek gibi bir düşüncesi hiç olmaz, ancak sökülüp çıkarılırsa ayrılabilir oradan. O ayrılık ise yukarıda bahsettiğimiz gurbeti doğurur. Zira hiçbir seven sevdiğinin haylini almadan uzaklaşmaz ondan.
“Istırap günlük ekmeğimizdir; ondan kaçan insanlığı en zayıf tarafından vurmuş olur, ona en büyük ihanet ıstıraptan kaçmaktır. Bir çırpıda insanlığın tarihini değiştirebilir misin? Sefaleti kaldırsan, bir yığın hürriyet versen, yine ölüm, hastalık, imkânsızlıklar, ruh didişmeleri kalır. O hâlde ıstırap karşısında kaçmak kaleyi içinden yıkmaktır.”
Bu da bizi vazgeçemeyeceğimiz bir ıstıraba götürür. Artık kutsal bir yaramız vardır içimizde. Sevdamız verdiği acılarla besler bizi. Talihimizi o çizer, tarihimizi o yazar ve karakterimize, kişiliğimize şekil vererek içimizi, dışımızı inşa eder. Onun esiri, onun hastası, onun müptelasıyızdır. O yolumuz olur, menzilimiz olur, maksudumuz olur. Bütün güzel şeylerde bu ıstıraplardan vardır. Gülün dikeni, serabın çölü, denizin fırtınası nasıl onların güzelliği ile aramızda dururlarsa, sevgili ile aramızdaki engellerde öylece durur içimizde.
“Talihimizin en hazin tarafı neresidir, biliyor musun Mümtaz? İnsanın yalnız insanla meşgul olması. Bütün bina onun üzerinde kuruluyor; dışarıda ve içeride. Farkında olsun olmasın, insan insanı malzeme gibi kullanıyor. Kinimiz, garazımız, büyüklük arzumuz, aşkımız, yeisimiz, ümidimiz hep onunla. Dilenciyi ve fakiri çıkar, merhamet ve gufran kalmaz, birdenbire fakirleşiriz. Hayır, insan insanla meşgul. İnsanoğlu insana yüklenerek yaşıyor. Hatta sanatkârlar bile; senin o evliya ruhlu dediğin insanlar bile. O gece Dede Efendi bize nasıl yüklenmişti? Şimdi son defa için dinlediğim keman konçertosunda Beethoven bana nasıl yükleniyor? Hatta onlar, ötekilerden daha fazla. Çünkü üst üste kendi ruhlarının hastalıklarını bize aşılıyorlar.”
İşte bu ıstırapla beslenen aşığın kalbi sanata meyyaldir artık. Şarkılar, şiirler, romanlar vs. Bu aşkın kanayan yarasından doğar. İnsan ister fakir olsun ister zengin, ya da çirkin güzel, sağlıklı sakat hiç fark etmez. Aşk gelir ve insanın kalbindeki yuvada yerini alır. Bu kutsal yara insanı bir taraftan terbiye ederken, bir taraftan da yüreğini incelterek yüceltir. Yücelen gönül dünyevi olanı aşar ve daha yüksek bir seviyede bulur kendini. Leyla’dan Mevla’ya giden yol böylece açılır. İnsanı insan eden bu duygudur. Sevginin yolunu bulamayan insan bu dünyada kaybolur gider. Adı unutulur, malı yağmalanır ve bedeni bir toprakta çürür. Oysa sevenlerin ellerinden, gönüllerinden çıkar sanat eserleri. Sevgisiz yazar, aşksız şair, tutkusuz ressam olunmaz.
“Vücutlarımız, birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir. Asıl mesele, birbirimize hayatlarımızı verebilmektir. Baştan aşağıya, sadece bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip oradan tek bir ruh olarak çıkabilmektir.”
Bu yazımızdaki siyah ve italik yerler Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanından alıntılardan oluşuyor. Bir devrin ve bir halkın dönüşümünü, hazin bir aşk hikâyesi ile bizlere sunan Tanpınar, kaybettiğimiz değerlerin altını çizerken, bunu bir aşk serüveni ile kurgulayarak romanını daha değerli hale getiriyor. Aşkın bir beden alışverişi olmadığını da böylece anlıyoruz.
Sevgiyle kalın.