Yaramın Kabuk Hali
Çocukluğumdan kalan yaramın oyun arkadaşıyım ben. Yaramla oynamayı severim. Babamın dükkânında kaldırıma düşmüşüm de alnımda ufak bir iz şeklinde kalmış işte.
Dizlerimdi çokça kanayan ve kabuk bağlayan. Ellerim ve yüzüm hep yara bere içindeydi, oysa ben mutluydum onlarla ve daha birisi tam iyileşmeden bir başka yerimin yaralanıp kabuk bağlamasını isterdim. Çocuktum ya nitekim o yaralardı beni ben yapan, bana aittiler ve beni biriktirirken cesaretimin, acıya aşina olmamın sebebiydiler. Mahallenin çocuklarıyla baş edebilmemin gücüydü o yaralar.
Annem çok kızardı “oynama şu yaranla” diye. Kıyamazdı bana “Paşam bak yine kanayacak” derdi de dinlemezdim ben, daha kendi düşmeden, yaranın kabuğunu kaldırır o incecik sızıya dayanabilmenin beni “adam” yaptığını sanırdım. En çok da yaramın kabuk halini severdim.
Bir akşamüstü annemin yanında güya adam olmuşum elini tutmuyorum. Dizimde dünden kalma bir yara yürürken öyle koştum atladım caddeye; nereden çıktı o bisiklet nasıl da aldı beni altına, daha doğrulamadan yerimden üzerime doğru gelen kamyonun acı fren sesi… Kulağımda o günden kalan bir anne feryadı ve nerdeyse tüm bedenimde oluşan yara bere çizik ve morluklar. İstemediğim kadar yaram olmuştu artık ve ben adam olmanın bu yaralarla olmayacağını anlamıştım.
Yaralarıyla büyüyor insan, belki yaralarıyla olgunlaşıyor lakin her yaranın kabuğu bir başka sızlıyor ince ve derinden. Yarayı kabuğuyla birlikte söküp almak istedikçe siz, başka yaralar gelip kabuk bağlıyor…
Muhtemel yaraların masum yoldaşlarıyız biz. Ne biz yaralarımızı unutabiliyoruz ne yaralarımız bizi terk edip gidiyor. Düşüp kalkmadan acıyla tanışmadan yol yürümek mümkün görünmüyor. Yaralara ve verdikleri sızıya mı alıştık sızı mı bizsiz yapamıyor?
Yarasız kalamaz insan, kalmamalı. Yaraları olmalı, içten samimi ve yüreğe yakın yaralar… Beyhude yaralar değil sıradan ve sığ yaralar hiç değil. Bas baya babalar gibi yaraları olmalı. Sabra açık, şükre açık, metanete ve dirayete açıksa yaralarımız adam olmaya, biz olmaya, ben olmaya neşet yaralar…
Bile isteye siparişle, öylesine, derinliksiz ya da satın alınarak yarası olmaz insanın. Yara gelir seni bulur; bir aşk geçer silindir gibi üzerinden, bir güzelin temrenidir ok ucunda kirpikler, bir yudum su gelir yara açar sevgilinin elinden. Yine de içersin, kana kana içersin, meftunsundur o yaraya, kabuk bağlasın istersin, yaranın kabuğuna baktıkça “İşte!” dersin “işte bu benim yaram merhemi de rengi de aşktandır.”
Ne çok yaralarımız var, kiminden şikâyet diyoruz kiminden sitayişle bahis açıyoruz. Biriken bunca hatıranın hangisi yaralarımızdan habersiz… Onlarla büyüyoruz ve en çok da yüreğimizdeki yaranın kabuğuna bakıyoruz.
Şiirler gelip türkü oluyor, nameler gelip beste oluyor, söz gelip hikâye oluyor ve biz o hikâyenin başrolünde hep taşıdığımız o güzel yaranın sızısı ile oynuyoruz ve bu oyunu bizden başka kimse bilmiyor, bilemiyor. İşte ben o yaranın kabuğunu böyle seviyorum Paşam… Bana dair, bize dair bir yaranın maşukuyum Paşam.
Hicran gelir açar bir yara, evladın imtihan olur, bir kedi gelir dolanır ayağına. Uzaklarda bir yerlerde bir çocuk kıyıya vurur, birileri nutuk atar yumruklarını sıkarak, bir serçe gelir, bir çiçek açar bahar olur, o bahar yarana sebep olur. Baharım dersin, sabah yelini baharından dolayı seversin. O sabah yeli gelir yarana dokunur kalkar yaranı seversin.
Bir kabir başında Fatiha için açtığında elini duaya, bir bayram sabahı elini öptüğünde içlice bir ihtiyarın, sesini duyduğunda bir yakın ahbabın, dönüp yaralarına bakıyorsun demektir. Bir gülümseme, bir içli dokunuş, bir sıcak bakış, bir susuş ve sıcak bir duayı duyuş… Sevilmez mi böyle yaralar. Yeter ki Allah onulmaz yaraların imtihanını vermesin.