Tek sesli yaşamak
Kitap, içindeki dört hikayeden biri olan ‘’Çok Sesli Bir Ölüm’’den alır adını .Rasim Özdenören’in kendine has üslubu, dili, sadeliği yer yer kapalı olsa da verdiği derin mesajlarla yazdığı ilk hikaye kitabından söz ediyorum.1977 yılında merhum Yücel Çakmaklı tarafından TV filmi olarak çekilen hikaye, Uluslararası Prag Tv filmleri jüri özel ödülünü almıştı.
Rasim Özdenören, kuşaklar arasında ki keskin çatışmayı, bireyin(aslında toplumun) bilinçaltındaki baskılarla dış dünya gerçekliğinin örtüşmemesinde aramaya çalışır. Kitapta böyle bir cümle olup olmadığını hatırlamıyorum ama filmde Kamber’in, at üstünde hasta babasını şehre götürürken söylediği ‘’ölüm nedir ki buba’’ şeklindeki istim sorusu Orta Doğu coğrafyasına vurulmuş kelepçelere bir başkaldırıydı aslında. Tiranların döktüğü kana, Ortadoğu insanının saflığına vurulmuş şeytani zincirlere isyan.
Tiranların efendileri(Texe Mars’a göre 13 aile), elinde bulundurduğu medya marifetiyle bazen Oedipus Kompleksi, bazen Goriot Babanın Anastasia’sıyla baba üzerinden sevgi ve nefret çatışmasını öğretti, şimdilerde çocuğa aileye isyanı öğrettiği gibi. Rasim Özdenören’in ‘’Çok Sesli Bir Ölümü’ne’’ öleyazmakta olan ruhun kendini araması diye bakıyordum ama değerli kardeşim M.Emin Tulukçu, 50 yıl sonra ilk kez görüşeceğimiz Seydişehir’de ikamet eden iki arkadaşımız (Erdal Deniz-Adil Yeşilçimen)tarafından davet edildiğimiz haberini verince yeni bir şafakta uyanır gibi oldum.
Heyecanımı arifliğinize bırakayım.
Erdal ve Adil kardeşimiz bizi şehrin girişinde karşıladı. O duygusal anları kelimelere dökmek imkansız ama Adil Hoca’nın ‘’şu Mustafa Çalışkan olacak galiba’’ şeklinde itidal taşıyan cümlesi sahnenin repliğiydi.
İnsan hafızasının, fiziki değişimi dikkate alarak unutma ve yanılma olabileceğine dair kendi kendine koyduğu rezerve hayran kalmıştım.
Erdal Hoca’nın o şipşirin bahçeli, Adil Hoca’nın villayı aratmayan hanelerinde ki sohbeti daha çok gözlem yaparak değerlendirmeye çalıştım. Elli yıl önceki hatıraların 70 e dayanmış ihtiyarları ne kadar mutlu ettiğini, anlatmak ha…Estağfurullah. Ne haddime?
(Her iki arkadaşımızın öğretmen olan eşleri Ayşe Hanım kardeşlerimizin gösterdikleri misafirperverlik gerçekten olağanüstüydü. Ancak bu kadar olurdu. Verdiğimiz zahmet dolayısıyla haklarını helal etsinler demeden geçemeyeceğim. )
Arkadaşların mutluluğunu ve birbirlerine yaptıkları iltifatları izlerken;
‘’Demokrasi adına bilincimize vurulan prangaların bizi birbirimize nasıl düşman ettiğini ama 50 yıl sonra olsa da sevginin ve dostluğun öldürülemeyeceğini, sevginin, küllerinden bile insanı yeniden dirilteceğini, İslam gibi bir din, kahraman ve şehitlerle örülü bir tarihimiz varken neden adına kuşak çatışması diyerek şuurumuzun zehirlendiğini, Necip Fazıl’ın, Allah’ı sev yanıp kül oluncaya kadar, Peygamberi sev Allah demeyecek kadar, ashabını sev Peygamber demeyecek kadar, ananı sev babanı sev, eşini çocuklarını sev, arkadaşlarını sev… Sev…Sev öz deyişinde ki sırrın çözüldüğünü, parti holiganlığı yapmaya itilerek adeta bilincimizin köleleştirildiğini, Rasim Özdenören’in Kamber’i, ‘’Hak’la olunca yaşamak ne güzel buba’’ diye konuşturacağı zamanın zamanı geldiğini, emektar hocaların birbirlerini sımsıcak kucaklarken Tiranların görünmeyen efendilerine, bütün şeytani tuzaklarınızı işte bozuyoruz mesajı veriri gibi canlandığını, Batı’dan ithal iki yüzlülüğe karşı saf ve çıkarsız sevgimizle putlarınızı kırıyoruz ey tiranlar denildiğini. parçalamaya çalıştığınız aileyi, o ailenin yavrularının da bizim canımız kadar aziz olduğunu ve öyle kalacağını ’’ demek istiyor gibiydiler diye düşündükçe her insan Allah’ın sanatı gerçekliğinden doğan sevgiyle hep öyle kalacağıma kendi kendime söz verdim.
Kısacası çok sesli ölüm yerine, sevgi adıyla tek sesli yaşamak. Selamlar