Gerçekçi olmak mı samimi olmak mı ?
Samimiyet zaten gerçekliktir ama her gerçek samimi değildir. Aksi bize yabancıdır Düşünce realiteye uygun olduğu halde samimi olmayabilir. Bunu olması gerektiği için değil tabi ki ama toplumsal kabulü varmış gibi kullanıldığı için ifade ediyoruz. Mesela borcunu zamanında ödeyen tüccarı, esnafı, memuru övgüyle yad eden birey, elbette doğru söylüyor ama kendisi çek veya senetlerini imkanı olduğu halde üç ay beş ay gecikmeli ödüyorsa, düşüncesinde samimiyet yoktur. Böyle bir davranışa, ‘’siz başkalarına akıl verir de kendinizi unutur musunuz?’’ diye ağır bir eleştiriyle yaklaşır Kur’an.
Dikkatli bir dinleyici, borç konusunda söylediği doğruyu, davranışa dönüştürmeyen bireyin bu doğruyu söylemesindeki amacın (İslami terminolojiyle söylersek, sözünde ihlası olmayan bireyin)toplum nezdinde dürüst görünme çabasıyla baskılı olduğunu fark edecektir.
Ahlakın yozlaştığı toplumlarda, bu baskının da ortadan kalkarak realiteyi yaygınlaştırdığını, buna paralel olarak da samimiyeti zayıflattığını, hatta aranmaz hale getirdiğini söylersek sanırım hata etmiş olmayız. Bu da samimiyetin, gerçek karşısında ezilme sonucunu doğurur, toplumsal algı ters işleyeceği için.
Rönesans, kiliseye karşı protest bir kültür geliştirirken bir takım yanlışları düzeltmiş olduğu halde kendisini otokontrolden izole eden özgüven nedeniyle kendi toplumunda laiklik adı altında ateizmin en önemli unsuru olmuştur. Sonuçta sanat ve söylemlerde yalnızca gerçekliğe vurgu yapıldığı oranda da samimiyet, realiteye ezdirilmiştir. Bu ezilme Peygamberimiz(S.A.V) zamanından günümüze kadar inkârcıların, iman edenleri hakir görmelerine de kaynaklık etmiştir.
Metafiziği, akıl ve iman çatışmasına bağlayan anlayışı, aklın kendi soyutluğu kabul etmediği için üzerinde durmaya bile değer bulmuyoruz. Aklın sınırı yok demiyoruz ama bu sınırdan sonrasını aklın idrakini aştığını savunanlar, dünya zevklerinin esaretinden kurtulamadıkları gerçeğini gizlemeden konuya dahil olsalardı, en azından düşüncelerinde bir samimiyet vardır diyebilirdik ama fizikötesi algıda suçun tercihte değil, sanki aklın yaratılışındaymış gibi kullandıkları örtülü amacı bildiğimiz için ciddiye almıyoruz.
Rönesans’ın sonuçlarını ve Batı’nın, samimiyetsiz, yapay, cıvık ve riyakâr kimliğini tanıdığı halde halâ onun değerlerini yüceltme çabası içine giren aydınlarımızın tutumunu yadırgadığımızı da buraya not edelim. Osmanlı’yı, Türklüğe düşman(!) diye aşağılayan arkadaşın nasıl bir kaynaktan beslendiğini bilmiyoruz ,çünkü kendisi bu konuda sır(!) vermiyor. Osmanlıyı aşağılarken Ayasofya açılsın diyor; Ayasofya Fatih’inin Osmanlı olduğunu hatırlama zahmetinde bile bulunmadan. Hayatın içinde İslâm’ın yasakladığı hiç bir zevkten(!) kendini mahrum etmiyor ama sosyal medyada dindarlara ve imamlara akıl veriyor. Samimiyet gerçeği beslerken , gerçekdışılığı da dışlar.
Osmanlı’nın ben Türk’üm demesine gerek var mı? Ev sahibinin ‘’ben bu evde oturuyorum’’ demesindeki absürdite yeterince açık değil mi?
Sonuç olarak samimiyeti, yani pratiği olmayan düşüncenin realite bile olsa, toplumsal ölçekte komik olmaktan başka bir karşılığı yoktur. Bunu kavrayacak kalibrede bir vicdandan mahrum insan içinse, zaten utanmanın da bir anlamı yoktur(!)
Biz ,İslam ahlakının meclisiyle kantar kullanırız. Değilse tartıya gerek yok. Selamlar.