Taş Plak
Akşam eve geldiği sokak kapısının gıcırtılı sesinden anlaşılırdı. Bazen, “Ben geldim” diye seslenir, bazen de hiç ses çıkarmadan sandık odasının yolunu tutardı. Odaya girer girmez pencere önündeki üzerinde beyaz patiska serili pikap sandığının kapağını aralar, onu bir müddet seyrederdi. Sonra da eline aldığı bezle taş plakları bir güzel temizler her birini özenle yerine yerleştirirdi. Nedendir bilinmez pikabını ve taş plaklarını canı gibi severdi. Bazen avluda karşılaştığı eşinin, “hoş geldin” demesine başını sallayarak karşılık verir, sanki kaçarmışçasına oradan uzaklaşarak gözden kaybolmayı yeğlerdi. Müyesser hanım eşi Ömer’in bu davranışı yüzünden hayretler içinde kalırdı. Her defasında kendisini adı konulmamış bir acının kıyısında hisseder, üzüntüsünü içine atmaktan başka bir yol bulamazdı. Eşinin bu haline üzülür, onu anlamakta güçlük çektiğini fark ederdi. Onunla birkaç kez konuşmayı denemiş ama başarılı olamamıştı. Bir defasında eşine, “ Galiba plaklarını benden daha çok seviyorsun.” Demiş, eşinin yüzünde beliren müstehzi bakışı görünce o sözü söylediğine söyleyeceğine pişman olmuştu. İçine kapanan ve gözü pikabı ile plaklarından başka bir şey görmeyen eşine ne demeli, nasıl davranmalıydı. Şaşırmış kalmıştı. Onun bu davranışının sebebini mutlaka öğrenmeliydi, ama nasıl? Ne olmuştu da böyle bir haleti ruhiye içine girmişti? Uzun zamandır her akşam yemekten sonra eşi ve çocuklarıyla bir müddet vakit geçirir, vakit ilerleyince eşine komşuları, “göçmen Rıfat” a oturmaya gidelim derdi. Onun “daha dün ordaydık” demesine aldırmadan, “haydi hazırlan!” deyip kucağına aldığı pikap sandığıyla yola koyulurdu.
Ah! O ev oturmaları yok muydu? Tadından yenmez olur çıkardı. Laf lafı açar, her türlü mevzu konuşulurdu. İş dedikoduya gelince, “günaha girmeyelim.” Denilir ama bu söz;” züğürt tesellisi” olmaktan öte gitmezdi. Koyulaşan sohbet yerini taş plaktan etrafa yayılan tılsımlı nağmelere bırakırdı. Yanık türküler çaldıkça göz pınarlarında biriken yaş katreleri yavaşça yanaklara süzülürdü. Türküler sırayla çalınmaya başlanmıştı. O esnada Ömer bey eşinin yüzünü tehditkâr bir biçimde süzdü. Onun her defasında olduğu gibi bu defa da Nuri Sesigüzel’in “Ağla gözlerim.” Adlı türküsünü dinlerken gözyaşlarına boğulacağını biliyordu. Bu durum hiç hoşuna gitmezdi. O yüzden bu plağı pikaba yerleştirmekten vaz geçti. Yerine Yıldız Tezcan’ın, “perişanım” adlı türküsünün olduğu plağı yerleştirdi. Bu türkü aynı zamanda oturma saatinin bittiğini haber veriyordu. Mesajı alan Senem, misafirlerin ayakkabılarını çevirme bahanesiyle dışarı çıktı. Ömer beyin ayakkabısının burun kısmına yazdığı mektubu yerleştirdi. Sonra içeri girerek, Ömer beye tamam der gibi baktı. Müsaade istendi. Pikap sandığını kucağına alan Ömer Bey ve ailesi gecenin karanlığında gözden kayboldu.
Gelmeler, gitmeler ve mektuplaşmalar bir süre daha devam etti. Ömer beyle Senem, yasak aşklarına kendilerini iyiden iyiye kaptırmışlardı. Ne aşkları masum, ne de yolları yoldu. Bu durum anlaşılırsa göçmen Rıfat kıyameti koparırdı. Ancak olacakları düşünmeden devam ettirdikleri mektuplaşma fantezisi çok sürmedi. Bir gece Senem’in Annesi Zeynep hanım kızını Ömer beyin ayakkabısının içine bir şey koyarken gördü. Kızı ortalıktan kaybolunca o şeyi alıp baktı. Mektup olduğunu fark eder etmez eşinin yanına koştu. Elindeki kağıt parçasını sallayarak oradakilere, “Siz misafir değil namus düşmanıymışsınız meğer.” Dedi. Göçmen Rıfat yan odadaki tüfeği alıp karanlığa karışan Ömer beyin ardından birkaç el ateş etti. Hıncını alamayarak Ömer beyin kaçarken yere düşürdüğü pikaba ateş etmeyi sürdürdü. Birkaç metre ötede üzerinde kan lekeleri bulunan taş plağı eline alıp avazı çıktığınca; “Lanet olsun sizin komşuluğunuza!” Diye bağırdı.
Esenlik dileklerimle.