Mutlulukta Ruh ve Beden İlişkisi
Varoluş, sancılı bir süreçtir. Var olmak ile varoluş arasında dahi keskin bir çizgi vardır. Geçmişten günümüze değin, gelen filozoflar, düşünürler, İslam alimleri her biri bu sancıyı çözmek istemiş ve bize böylesine acı veren ve cezbeden şeyin ne olduğunu anlamaya çalışmışlardır. Var olmak olup biten bir durum iken varoluş bir süreç belirtir. İnsan benliği, ruhu, zihni hep bir bütün halinde bu sürecin parçasıdır. Kaldı ki düşünürler varoluş süreci içerisinde ruh ve beden ilişkisi bağlamında farklı iddialar öne sürmüşlerdir. Ruh ve beden bir bütün müdür yoksa birbirinden ayrı mı ele alınmalıdır? Neyin eksikliği ya da fazlalığı insan ruhunda bir sancıya sebep olur ? Örneğin, ünlü filozof Schoupenhaur acının insanı pişirdiğini, olgunlaştırdığını, bu dünyevi zevklerin sadece aldatmaca olduğu ve bu dünyada herhangi bir mutluluğun olamayacağını savunurken aynı şekilde Aristo ve Kant’ın ahlak yasalarında da insanı tatmin eden mutluluğun ancak her türlü zevkte ölçünün kıstas alınması ve ancak bununla erdemli ve nihayetinde mutlu bir yaşama ve ruha sahip olunmasından bahseder. Peki, bu düşünürleri bir kenara bırakırsak; biz bir kez olsun ruhu neyin tatmin ve mutlu ettiğini sorguladık mı? Ya da tüm insanları mutlu eden şeyler aynı mıdır? Peki, öyle olduğunu varsayarsak neden her şeyin her türlü zevkin, zenginliğin ve her şeyin bu kadar kolay elde edildiği bir toplum şablonunda bu kadar tatminsiz ve memnuniyetsiz bir insan topluluğu var? Mutlu olmak elde etmek midir yoksa neye ne kadar ihtiyacın olduğunu bilip onu ölçüsü noktasında kullanmak mıdır? Bir duyguyu, sevgiyi, parayı, maddi ya da manevi her şeyi; ruhun tatmin noktasını aşıp kenara bırakmak ve bir sonraki istek hedefine yönelmenin getirdiği sonsuz bir devinim... Sonuç olarak mutsuz ve tatminsiz bir ruh ve ruhlar topluluğu. İnsan ruhu doyumsuzdur. Dolayısıyla asıl problem, ruhun istediği her şeyi elde etmesi değil, ihtiyacı olanı ihtiyacı olduğu kadar kullanması ya da yaşamasıdır. Bir bardağın alabileceği kapasiteye, bir sürahi dolusu su boşaltmaya kalkışmak suyu boşa harcamaktan öteye geçemez. Aynı şekilde acı olgusunda ise tıpkı ateşin bir odunu önce yakıp sonra kül ettiği gibi insan devamlı bir acıya maruz kaldığında ruh o süreç içerisinde zamanla olgunlaşacak ve daha sonra da o acıya karşı direncinin artması sonucu hissizleşecektir. Mutluluk kavramında da veyahut acı kavramında da temel işlev o duygunun sürekli olmasıdır. Bugün insanların çoğunun bir mutluluğun kıymetini bilmemeleri ve tatminsizlik o duygunun kolay elde edilmesi sonucu bireyde hissizlik ve antifarkındalık oluşturmasıdır. Bu söz konusu olgular her iki duygu durumu içinde tehlikelidir. Zira yine Schoupenahur'a göre intihar eden bireylerin bu kadar cesur olmalarının altında yatan duygu, ruhun yoğun acıya maruz kalması sonucu acıda en üst seviyeye ulaşması ve bir müddet sonra ona karşı hissizleşmesi, etkilenmemesidir. Ruhun acı seviyesinin beden acısının önüne geçmesi, beden acısına karşı kişiyi duyarsız hale getirmiştir. İşte ruh-beden ilişkisindeki bu bağlam, kişinin ister mutluluk ister acı hangi duyguyu yaşarsa yaşasın temelde tatmine ulaştığında o duygunun artık farkında olmamasına yol açmaktadır. Böylece mutluluğun, maddenin, manevi duyguların ya da elde edilebilecek hiç bir şeyin kıymetini bilmeyen bir toplum ortaya çıkmaktadır. Kişinin özünü yani ruhunu tanıması, ona eğilmesi, dinlemesi, keşfetmesi ona ihtiyacı olanı vermesi sağlıklı bir ruhun işleyişi için çok önemlidir. Demek ki bizdeki ruh-beden ilişkisi azımsanmayacak derecede önemli ve birbirini etkileyen bir sistem. Nasıl ki bir gözümüz görmediğinde ya da bir bacağımız olmadığında beden işlevini yerine getiremiyorsa, aynı şekilde ruhta da tatminsel bir dengesizlik olduğunda ruhun işleyen yapısı bozulmaktadır. Öyleyse ölçüyü, hayatımızın her alanına yerleştirerek yaşamakta fayda var. Sevgiyle kalın...